8 Aralık 2012 Cumartesi

Dr. Zakir Naik'in videosuna cevap!



Dr. Zakir Naik'in yukarıdaki videosu oldukça meşhur olmuş durumda, mümin arkadaşlar bu kişinin konuşmasını "müthiş bir cevap" başlığı altında herkesle paylaşmakta. Bu kişinin söylemiş olduklarını tek tek ele almak istiyorum. Aşağıda vermiş olduğum cevapların daha iyi anlaşılması için ilkin Dr. Naik'in yapmış olduğu konuşma videosunu izlemekte fayda var. Yazı uzun tutmuş olsa da umarım sıkılmadan okursunuz:

-Bir insanın inançlarının oluşmasında içinde büyüdüğü ailesinin ve bulunduğu ortamın etkisi asla inkar edilemez. Bu açık gerçeği ateistik bir düşünce diye adlandırıp ailesi dindar olan birisinin farklı düşüncelere sahip olabileceğini söylemek bir eleştiri değeri taşımaz. Zaten ateistlerin bir kişinin anne ve babası dindarsa çocuğu da kesin dindar olacaktır diye bir iddiası yoktur, nasıl ki bir çocuk anne ve babasının diliyle konuşmayı öğreniyorsa sahip olduğu inançlarının oluşmasında da anne ve basının kaçınılmaz bir etkisi olacaktır.

-Ateistlerin "bilim ilerledi bizim artık kitaba ihtiyacımız yok" demeleri durduk yere söylenmiş olan bir söz değildir, bunun altında yatan sebep; bilimin sunduğu somut gerçeklerin ve faydaların kutsal kitaplarda anlatılan ve yaşatılan tapularla çelişiyor olmasıdır.

Bu aygıtın mucidi kim?

-Aygıt gibi çevrede sayısız örneği bulunan ve sınırları bilinen bir şeyin evren gibi eşsiz ve sınırları keşfedilmemiş olan bir şeyin örneği olarak kullanılması kişide bir yanılgı yaratacaktır. Eğer bir ateistin karşısına bir şey çıkartılacaksa ve o şeyin aygıt olduğu biliniyorsa tabi ki o kişi bunun bir mucidinin olduğunu düşünecektir. Bunu söylemesi gayet doğaldır çünkü bu zamana kadar mucidi olmayan bir aygıtla daha karşılaşmamıştır.

Bu yüzden Dr. Naik’in hiçbir kimsenin görmediği bir şeyi aygıt olarak adlandırması bir kere en baştan yanlıştır. Dr. Naik bu örneğindeki aygıt kelimesini çıkartarak; "daha önce kimsenin görmediği bir şey bir ateistin karşısına çıkartılsaydı acaba ateist ne derdi" diye sorması gerekirdi. Bu soru karşısında ise hiçbir ateist daha önce kimsenin görmediği bir şeyle ilgili olarak bunun bir mucidi vardır demez, dese zaten ateist olmaz.

Kurandaki Bingbang (Büyük patlama) :

- Dr. Naik bing bang gibi bazı bilimsel teorilere değinerek bu tür bilgilerin 1400 yıl öncesinden Kurandaki ayetlerde söylenmiş olduğunu belirtmektedir. Burada en başta şunu söylemek gerekiyor ki Dr. Naik bu tür bilgilerin Kuranda olduğunu söyleyerek henüz bir teori olarak ortaya konmuş olan ateistlerin bilime dayalı olarak söylemiş olduklarının "kesin" doğrular kabul etmektedir.

Dr. Naik burada da bir yanılgıya düşerek, bilimin elde ettiği ve yeni bulgulara göre değişebilecek olan verilerini aktaran ateistlerin de kendisi gibi değişmez ayetlerinin olduğunu sanmaktadır. Bilimin zaman karşısında asla değişmeyen tapuları bulunmaz, daha doğru olan yeni bir bilgi geçmiş bir teoriyi tamamen ortadan kaldırabilir.

Kısacası bugün bing bang'ın Kuranda anlatıldığını söyleyen Dr. Naik bilimin teori olarak ortaya koyduğu bir şeye kesin doğru diyerek bunun gelecekte de her zaman doğru olarak kalacağını kabullenmiş olmaktadır. Bu yüzden yarın bir gün evrendeki ilk başlangıçla ilgili bir başka teorinin daha doğru kabul edilmesi durumunda Dr. Naik in içine düşeceği durumu düşünmek bile istemem.

Dr. Naik'in bahsetmiş olduğu Enbiya Suresi'nin 30. ayetinde yer ve göğün yaratılışı esnasında birbirinden ayrıldığından bahsedilmektedir. Bing bang teorisi her şeyin başlangıcı olarak "iki" şeyin birbirinden ayrıldığını hele hele de evren ile onun içerisinde bir toz zerresi kadar olan bir dünyanın birbirinden ayrılmış olduğunu iddia etmez. Teorinin temel fikri, halen genişlemeye devam eden evrenin geçmişteki belirli bir zamanda sıcak ve yoğun bir başlangıç durumundan itibaren genişlemiş olduğudur. Eğer kitapta dendiği gibi en başından beri yerin ve göğün birbirinden ayrılması söz konusu olsaydı bingbangın oluşmasından bu yana geçen sürenin, bir başka deyişle kainatın yaşının dünyanın yaşıyla aynı olması gerekirdi. Oysaki dünya büyük patlamadan milyarlarca sene sonra oluşmuştur.

Bununla birlikte eğer bir şeylerin bilgisini çok eski bir tarihte söylüyor olmak gerçekten de marifetse bu konuda asıl putperest Sümer ve Mısırlıları takdir etmemiz gerekirdi. Çünkü "göklerle yerin ayrılması" efsanesi Kuran öncesi varoluş mitolojilerinde de aynı şekilde geçmektedir. Örneğin Gılgamış Destanında şöyle denir;

Gök, yerden ayrıldıktan sonra
Yer, gökten ayrıldıktan sonra
İnsanın adı konduktan sonra
An, göğü alıp götürdükten sonra
Enlil, yeri alıp götürdükten sonra.

Ufak bir tarihi araştırma bile bu ayetin ancak günümüzün bilimi ile keşfedilebilmiş olan yepyeni bilgilere mucizevi bir şekilde işaret ettiğini değil aksine tarih boyunca medeniyetlerin birbirine aktara geldiği bir efsanenin tekrarı olduğunu gösterecektir

İlkel insanların neden böylesi bir efsane yaratmış oldukları üzerine biraz düşünecek olursak; eski insanların kendi sınırlı bilgileri ile bir ufku seyre daldıklarında yerle göğün aslında bitişikken kendi üzerilerinde birbirinden ayrılmış olduklarına inandıklarını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır; çok uzaklarda yer ve gök bitişiktir ama insanın olduğu yerde tanrı onları birbirinden ayırmıştır.

Ateistlerin Enbiya Suresi'nin 30. ayetiyle ilgili olarak Dr. Naik'in dediği gibi "bu bir rastlandır" demekten çok daha fazla söyleyecek sözü bulunmaktadır.

Ay ve güneş ışıklarının farklılığı:

-Ay ışığının güneş ışığından farklı olduğunu onu çıplak gözle izleyen her insan kolaylıkla bilir. Bu yüzden sadece eski Araplar değil dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir toplumun da ay ve güneşin ışığını tarif ederken aynı kelimeler yerine farklı kelimeler kullanması gayet normal birşeydir. Hele hele de o toplumun geçmişinde ay ve güneşe ilişkin farklı tanrısal inançlar söz konusu olmuşsa.

Bu yüzden güneşin ve ayın kandil ve nur olarak farklı şeylere benzetilmiş olması anlaşılır bir şeydir. Güneşin daha parlak ayın ise ona göre daha az bir parlaklıkta olduğu bir gerçektir. Eğer ay da güneş gibi gözle bakılamayacak bir parlaklığa sahip olsaydı hiç kuşkusuz o da yanan bir kandil gibi daha parlak bir şeye benzetilecekti. Bu konuda Elmalı M. H. Yazır şöyle demektedir;

"Fakat nur ziyadan daha geniş kapsamlı, ziya da nurdan daha belirgin ve kuvvetlidir. Ziyada aşırı bir parlaklık, belli bir parıldama, kuvvetli bir yayılma ve şiddet vardır. Göz kamaştıran ve icabında acı veren birtakım özellik bulunmaktadır. Nurda da mutlak olarak karanlığa karşılık olan bir revnak, yumuşak bir yayılma, sükun ve huzuru andıran bir safa ve letafet söz konusudur."

Şunu da belirtmek gerekir ki parlayan, nurlandıran bir ayın tarifi için kullanılmış olan nur kelimesinin illa yansıyan bir ışığın tarifi için kullanılacağına dair bir kural da bulunmamaktadır. Nur kelimesi ışığın bir yerden yansıyıp yansımamasından çok o şeyin aydınlığını vurgulamak için kullanılır.

Eğer nur kelimesi ışığın kaynağını değil de bu kaynaktan gelen bir ışığın illa başka bir şeyden yansımasını kastediyor olsaydı, Nur Suresi'nin 35. ayetinde; Allah kendi nurunu güneş gibi bir yıldıza veya kendi kendine yanan bir ateşe benzetmezdi. Demek ki nur kelimesi Kuranda aynı zamanda bir şeyin kendisinden çıkan ışık anlamında da kullanılabilmektedir.

Bu yüzden ateistler Furkan Suresi'nin 61. ayetiyle ilgili olarak Dr. Naik'in dediği gibi "peygamber zeki bir adamdır" derler demesine ama bunu gerçekleri söylediği için değil, insanları kendi söylediklerine inandırabildiği için söylerler.

Dünyanın deve kuşu yumurtasına benzemesi:

-Burada ilkin şunu sormak gerekiyor; eğer gerçekten de "deha-ha" kelimesi kastedilen deve kuşu yumurtası ise neden meallerde "yayıp döşedi" ifadeleri halen kullanmaya devam edilmektedir? Bırakın o zaman herkes bu ayeti; "sonra yeryüzünü deve kuşu yumurtası gibi yaptı" diye okuyup o şekilde anlasın.

Naziat Suresi'nin 30. ayetinde geçen "deha" kelimesi nerdeyse mealcilerin tamamı tarafından yayıp döşedi anlamında çevrilmiştir. Deha, yaymak manasında "dahv" veya "dahy" kökündendir.

Kuranda binlerce kelime bulunmaktadır ve her kelimenin köküne inip daha sonradan onun farklı anlamlara gelebileceğini söylemek pekala mümkündür. Böylesi seç beğen mantığından hareket edilirse elbette binlerce anlam içerisinden zamanın söylemlerine daha uygun düşen ifadeler bulunabilir.

Keramet bir şeyin keşfedilmeden önce ne olduğunu bilip açıkça söyleyebilmektir, yoksa bilinen bir şeye acaba burda hangi kökü, eki veya anlamı ele alırsak daha uygun düşer diye sonradan kelimeleri yuvarlamak değildir.

Burada asıl sorulması gereken soru; madem bu kelime ile Allah deve yumurtası gibi varlığı ve anlaması basit somut bir şeyi ifade etmiştir, bu kelime neden bu zamana kadar bu anlamda ele alınmamışta "yayıp döşemek" olarak kabul görmüştür? Dr. Naik bu ayetteki söylemin ne olduğundan o kadar eminse eski alimlerin bir yumurtanın dahi ne demek olduğunu bilmeyecek kadar cahil olduklarından da o kadar emin olmuş demektir.

Eğer gerçekten de bu ayette dünyanın şekli bir yumurtaya benzetilmiş olsaydı, o çağın insanları veya alimlerince bu yuvarlak dünyanın tıpkı gökler gibi tutulmadan nasıl durduğu veya altında ne olduğu, altında insanlar varsa onların nasıl aşağıya düşmedikleri, dünya yuvarlaksa güneş ve ayın nasıl hareket ettiği bunların aslında batmadığı gibi çok sayıda merak uyandıracak soruların sorulup bunların açıklanması gerekirdi. Ancak biliyoruz ki bu ayetteki ifade geçmişte de asıl anlamı olan yaymak ve döşemek şeklinde anlaşılmış olup gerçek evrenin keşfine ilişkin herhangi bir ilham kaynağı oluşturmamıştır.

Dr. Naik'in bahsettiği Sir Francis Drake 1597 yılında dünyanın yuvarlak olduğunu söylediğinde acaba bir tane din alimi de çıkıp; "biz zaten dünyanın yuvarlak olduğunu biliyorduk, Kuran bunu bize söylüyordu" demiş midir? Bırakın 1597 yılını 21. yüzyılda dahi ana dilleri Arapça olan sözde Arap bilim insanlarının içinden halen kendilerine Kuranı dayanak göstererk dünyanın yuvarlak değil düz olduğunu iddia edenler bulunmaktadır.

Burada şu noktaya da dikkat çekmek gerekiyor; dünyanın yuvarlak olduğu ispatlanmamış olsa da bir görüş olarak binlerce yıl öncesinden zaten söylenmiştir. Kuranın indiği zamandan bin yıl öncesinde yaşamış ünlü matematikçi Pisagor dünyanın yuvarlak olduğunu, her gezegenin bir ekseni olduğunu ve gezegenlerin bir merkezi noktada döndüklerini söyleyen ilk kişilerden biri olmuştur.

Nasıl ki antik çağlardaki astronominin 7 katlı gök inancı (5 gezegen + güneş ve ay) Kurana aynen girmişse dünyanın yuvarlak olduğunu iddia eden antik bir inanış da pekala Kuranda yer alabilirdi. Bu yüzden Kuranda apaçık bir şekilde dünyanın yuvarlak olduğu hatta gezegenlerin bir merkez etrafında döndüğü söylenmiş olsa dahi bu kesin bir mucize olacağı anlamına gelmeyecekti.

Bu konuda Dr. Naik'in üzerine düşen görev başkadır; Kuranda Allahın bin yıl önce yaşamış kulu Pisagor kadar dahi olamayıp dünyaya ilişkin neden net ve açık bir söylemde bulunamadığını kendisine sorması gerekir. Pisagor bin yıl öncesinden dünyanın yuvarlak şeklini hiçbir örtülü kelime kullanmadan ve yumurtaya ihtiyaç duymadan izah etmeyi becerebilmiştir.

Dr. Naik'in kendisine ayrıca; Arapça, apaçık ve değiştirilmemiş bir şekilde sunulduğu halde kutsal kitabını en doğru biçimde anlayabilmesi için neden illa elin Hristiyanının keşfini beklemesi gerektiğini de sorması gerekir.

Güneşin ve ayın yörüngeleri:

-Burada yapılan da tıpkı yukarıdaki "deha-yumurta" kelimesinde olduğu gibi farklı anlamlar içerisinden hangisi daha işe geliyorsa sadece onun tek bir doğruymuş gibi ele alınmasıyla ilgilidir. Bu yüzden yukarıda yapmış olduğum açıklamalar bu konu için de geçerlidir.

Enbiya Suresi'nin 33. ayetinde geçen "felekin" kelimesinin yörünge manasına gelen tek bir anlamı bulunmamaktadır. Bu kelime aynı zamanda "felek" anlamında olmak üzere gök, gökyüzü, sema anlamlarına da gelmektedir. Bu yüzden bazı mealciler bu ayeti yörünge tabiri kullanmadan "güneş ve ay, her biri gökyüzünde yüzerler" şeklinde çevirmiştir. Ayetlerde ayrıca güneş ve ayın hareketleri için "dolanır, döner" gibi sözler de denmemekte onun yerine "yüzer" ifadesi kullanılmaktadır. Güneşin masmavi bir gökyüzü içindeki hareketi adeta masmavi bir denizin üzerinde rotasından sapmadan akıp giden bir geminin hareketine benzetilmiştir.

Gökbilimde, bir gökcisminin bir diğerinin kütleçekimi etkisi altında izlediği yola yörünge adı verilmektedir. Bu itibarla eğer yörünge tabiri kullanılacaksa bu tabirin herhangi bir gök cisminin kendi kendisine dönmesi olarak değil bir başka gök cisminin etrafında dönmesi olarak ele almak daha uygun olacaktır. Ayetlerde geçen yüzmek, akıp gitmek gibi ifadeler de zaten güneş ve ayın kendi etrafında dönmesinden çok belli bir noktaya göre hareket etmekte olduğunu göstermektedir.

Ayetlerdeki gibi bir söylemde bulunmak için uzayı keşfetmeye veya tanrılardan vahiy almaya filan gerek yoktur. Tarih boyunca her insanın her gün birebir tanık olduğu şey güneş ve ayın gökyüzünde belli bir yolu izlemekte olduğudur. Yani bu zamana kadar; "güneş ve ay belli bir yolda hareket etmiyor zig zaglar çizerek hareket ediyor" diyen aklıselim bir insan daha çıkmamıştır. Afrika'nın en ilkel kabilesindeki bir insana dahi sorsanız güneş ve ayın doğuşundan batışına kadar olan hareketini parmak ucu ile size göstermeye kalktığında, yarım da olsa dairesel bir şekil çizerek, onların gökyüzünde duraksamadan ve sapmadan akıp gittiğini söyleyecektir.

Gökyüzündeki güneş ve ayın nasıl hareket ettiklerini söylemek kolaydır, bence asıl mucize üzerinde sabit durulduğu için hareket etmediği sanılan dünyanın da bir yörüngesinin olduğu ve bu yörüngesinde dönüp durduğunu söylemek olurdu ki böylesi bir ifade Kuranda bulunmaz. Kurandaki anlatım gerçeğe değil gözle görülene göredir, bu yüzden Kurandaki tüm anlatımlar sabit duran bir dünya karşısında hareket halinde olan güneş, ay ve yıldızlara ilişkindir.

Bir kez daha tekrar edelim; keramet bir şeyin keşfedilmeden önce ne olduğunu bilip bunu açıkça söyleyebilmektir, yoksa bilinen bir şeye acaba hangi kökü, eki veya anlamı ele alırsam daha uygun düşer diye kelimeleri sonradan yuvarlamak değildir. Kuranda binlerce kelime bulunmaktadır, insan aradığı ne ise onu görür yaklaşımından hareketle bir kelimede olmasa da bir başka kelimede, o kelimenin farklı anlamlarından birisi zamanın bilgileriyle daha fazla örtüşebilir. Bu mantıktan hareketle Kuranın yerine Hinduların daha eski Vedalarını ele alırsanız orada da sayısız geleceğe ilişkin tespitlerin yapıldığını görürsünüz.

Su döngüsü:

-Dr. Naik su döngüsünün Kuranda açıkça anlatıldığın iddia etmektedir. Ezbere sıralamış olduğu sure ve ayet numaraları insanları heyecanlandırmak adına oldukça işe yaramaktadır. Araf suresindeki ayeti doğru Yasin suresindeki ayeti ise eksiksiz olarak vermiş olabilseydi eminim çok daha fazla etkili olacaktı. Tabi bu basit hatalara takılıp kalacak değilim.

Sıralamış olduğu ayetler içerisinden Mülk Suresinin 30. ayetinde; "söyleyin bakalım: suyunuz çekiliverse, size kim temiz bir akar su getirir?" denmektedir ki bunun su döngüsü hakkında bize nasıl bir bilgi vermektedir, doğrusu anlamak güç.

Aynı şekilde Tarık Suresi'nin 11. ayetinde ne yağmurdan ne bulutlardan ne de bir şeylerin diriltilmesinden bahsedilmektedir, bu ayette sadece; "dönüş sahibi göğe and olsun" denmektedir. Burada kast edilen dönen bir gök mü yoksa herhangi bir şeyin göğe doğru dönmesi midir bilmiyoruz. Bu surenin başında ise göğe yalnız bu sefer Tarık adındaki bir yıldızla birlikte and içilmektedir. Dönüş sahibi gökten kasıt battıktan sonra göğe yükselen bir yıldızla ilgili olabileceği gibi göklerdeki arşa yolculuk yapan meleklerle ilgili de olabilir. Bunun illa göğe yükselen su buharı olduğunu söylemek çok zorlama bir yorumdur.

Kaldı ki eski insanlar ateşte suyun kaynatıldığı vakit buhar olup göğe doğru yükseldiğini her zaman gözlemlemişlerdi. Güneşin kavurucu sıcaklığı altında bekleyen bir suyun da aynı şekilde buharlaştığını pek ala biliyorlardı. Sıradan bir Arap ateşin üzerindeki veya güneşin altında kalan bir suyun başına neler geldiğini oturup yazsaydı Kurandaki anlatımdan herhalde daha fazla bilgi vermiş olurdu. Bu yüzden Kuranda bu ayetteki yazılanlardan daha açık bir şekilde suların beyaz buhar olup uçarak gökte beyaz bulutları oluşturmuş olduğu yazmış olsaydı dahi bunda şaşılacak bir yan olmazdı.

Şimdi erinmeyerek biz de diğer ayetleri özet olarak verelim:

Zümer -21: Gökten su akması, suyun kaynaklara akması, ekinlerin çıkması ve daha sonra kuruması,

Rum -24: Yağmur yağması, yeryüzünün dirilmesi,

Hicr -22: Yüklü rüzgarların gönderilmesi, yukarıdan su inmesi,

Muminun -18: Yeryüzüne su inmesi, yeryüzünün dirilmesi,

Nur -43: Bulutların sevki ve üst üste yığılması yağmur yağması,

Rum -48: Rüzgarın gönderilmesi, bulutların hareket etmesi, yayılması, yağmurun yağması,

Araf -57: Müjdeci rüzgarların gönderilmesi, rüzgarların bulutları yüklenmesi, gökten su indirip meyvelerin çıkartılması,

Furkan 48-49: Müjdeci rüzgarların gönderilmesi, ölü toprağın canlanması, hayvanların ve insanların canlanması,

Fatır -9: Rüzgarların gönderilmesi, bulutların hareket etmesi, ölü toprağın dirilmesi,

Yasin 33-34: Ölü toprağın diriltilmesi, yeryüzünde bahçeler ve pınarlar oluşturulması.

Yukarıda değindiğimiz gibi bu ayetlerde verilen bilgilerin tamamı sıradan bir insanın doğada olup bitenleri çıplak gözlerle izlemesi sonucunda elde edebileceği bilgileri içermektedir. Buradaki anlatılanlar yüzlerce yıl sonra ancak keşfedilebilecek bilgiler değildir. Rüzgarların herhangi bir şeyi uçurmasını, hareketli bulutlar olduğu zaman onlardan yağmur yağmasını ve yağan yağmurla, suyla beslendiği vakit toprakta ekinlerin biteceğini akıl etmek hiç de zor değildir. Bu yüzden geçmişte söylenmesi muhtemel sözleri alıp da bunları gelecekte keşfedilecek bilgilerin önceden haber verilmesi olarak değerlendirmek çok da doğru bir yaklaşım olmayacktır.

Erkek ve dişi bitkiler:

-Eski insanlar tıpkı kendilerinde olduğu gibi canlı olan hayvanlarda da üremenin gerçekleşmesi için dişi ve erkek olmak üzere iki cinsin olduğunu biliyorlardı. Bu yüzden de canlıların ilk yaratıldıkları zamanda çift yaratılmış olması gerektiğini düşünmüşlerdi. Tabi ki bu ancak eski insanların yapabileceği türden basit bir ayrım ve genellemeydi. Çiftlerden oluştuğu düşünülen bu canlılar alemine ölüp tekrar dirildiğine inanılan ağaçların ve bitkilerin de dahil edilmiş olması büyük ihtimaldir. Kuranda insanlarla ilgili olarak kullanılan ezvacen yani çift, eş kelimesi bitki ve meyveler için de kullanılmıştır. Burada asıl sorulması gerekense; gerçekten de bitkiler de insanlar ve hayvanlar gibi dişi ve erkek olmak üzere iki ayrı sınıfa mı ayrılıyordu?

Bitkiler çiçekli ve çiçeksiz bitkiler olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Çiçekli bitkilerden erkek ve dişi organı bir arada bulunduran bitkilere -bir evcikli- , erkek ve dişi organları ayrı bulunduran bitkilere de -iki evcikli- bitki denmektedir. Meşe, mısır, çam, kestane ve fındık bir evcikli, söğüt, antep fıstığı, kenevir ve kavak iki evcikli bitkilerdir. Görüldüğü gibi erkek ve dişi organı bir arada bulunduran bitkilerde çift değil tek bir yaratım mevcuttur.

Çiçeksiz bitkiler grubunu ise su yosunları, kara yosunları, ciğer otları, eğrelti otları ve at kuyrukları oluşturmaktadır. Bunların hemen hepsinde, küçük farklarla ayrılmış eşeyli ve eşeysiz üremenin birbirini takip ettiği metagenez ile üreme görülmektedir.

Bırakınız bitkileri insan dahil tüm canlıları sadece birbirlerinin eşinden oluşan, çift yapılı varlıklar olarak düşünmek doğru değildir. Erkek ve dişi her iki özelliği aynı anda taşıyabilen, bir dişiye gereksinim duymadan da üreyebilen canlılar bulunmaktadır. Bu yüzden Kurandaki gibi genel bir ayrım ancak dediğim gibi her canlıyı var eden bir tanrı tarafından değil ancak yeryüzünü sadece kendi çevresinde gördüğü sınırlı sayıdaki canlıdan ibaret sayan bir insan tarafından yapılabilirdi.

Birbirinden ayrılmış iki deniz:

-Furkan Suresi'nin 53. ayetinde iki denizden bahsedilerek bunlardan birisinin suyunun tatlı diğerininkinin ise tuzlu olduğu söylenmektedir. Burada en başta şunu belirtmek gerekir ki ayette geçen "bahreyn" kelimesi bizim şuan anladığımız şekildeki deniz anlamına gelecek diye bir şey yok. Bu kelime aynı zamanda nehir ve göl gibi suları içinde kullanılabilir.

Nitekim Fatır Suresi'nin 12. ayetinde de aynı kelime kullanılarak, denizlerden tuzsuz olanının suyunun içilebildiği diğerininkinin ise içilemediği söylenir. Bunlardan birinin suyu içilebildiğine göre bahreyn kelimesi ile kast edilenin bizim anladığımız şekildeki bir denizden çok bir nehri veya gölü işaret ettiği açıktır.

Herhangi bir insan kendi içtiği su ile bir deniz suyu arasındaki farkı çok iyi bilir. Deniz suyu içilemeyecek kadar tuzludur. Bu yüzden eski insanlar nehirlerde akan sularla denizlerdeki sular arasındaki tuzlu tuzsuz farkını çok iyi biliyorlardı. Tabi tek emin oldukları şey sadece iki su arasındaki tuzlu tuzsuz farkının olmasıydı, yoksa her ikisi de su olmasına rağmen bu farkın nereden kaynaklandığını bilmiyorlardı. Nehirlerin veya denizlerin nerde başlayıp nerde bittiğini, ne ölçüde büyük olduklarını bilmiyorlardı. Bu yüzden onlar da sebebini bilmedikleri bu farklılık karşısında düşünebilecekleri en basit şeyi düşündüler ve iki suyun arasında bir engel olduğuna inandılar.

Yoksa yeryüzünde tatlı ve tuzlu sularının birbirine karışmadığı, aralarında bir engelin bulunduğu iki deniz diye bir şey yoktur. Dünya’nın hiçbir yerinde aralarında "adeta bir duvar" varmışçasına birbirine karışmayan denizler bulunmaz. Dünyanın neresine giderseniz gidin tuzlu ve tuzsuz suyun bir araya geldiği vakit birbirlerine karıştığına tanık olursunuz.

Kazık gibi çakılmış dağlar:

-Nebe Suresi'nin 6. ve 7. ayetlerinde dağlardan sağlam kazıklar olarak bahsedilmektedir. Dağların hareketsiz ve göğe doğru sivrilerek yükselmiş olmaları onların adeta yere çakılmış birer kazık gibi düşünülmesine yol açmıştır. Ayetteki bu anlatım şekli bizlere dağlarda sarsıntı ve depremlerin olmayacağını değil çıplak gözle bakılan dağlara ilişkin basit bir benzetmenin yapıldığını göstermektedir.

Dr. Naik'in söylediği gibi dağların depremlerin oluşmasını engellemesi diye bir şey de söz konusu değildir. Bizzat dağların nedeni tektonik hareketler olup bu tektonik hareketler sonucunda depremler oluşmaktadır diyebiliriz. Japonya ve Suudi Arabistan’ı bu şekilde düşünebilirsiniz. Biri dağlık ve depremlerin çok olduğu bir ülke, diğeri ise dağlık değil ama deprem riski az olan bir ülkedir.

Eğer Kuran’ın bu hükmü genel kabul edilirse ve dağlar depremi önlüyorsa, bu durumda Japonya’da depremlerin olmaması veya Suudi Arabistan’da depremlerin olması gerekirdi. Ayrıca gerçekten de dağların depremleri engellemesi gibi bir şey olsaydı volkanik dağlarda görülen ve volkanik püskürmeler esnasında yaşanan depremlerin de hiç yaşanmaması gerekirdi.

fırsat bulduğumda videonun geri kalan kısmıyla da ilgili yazmaya devam edecem...

5 Aralık 2012 Çarşamba

Kuran-ı Kim? (Kuran-ı Kerim'e neden inanmıyorum!)


Mümin arkadaşlara seslenmek istiyorum, sizce inanmayan arkadaşlar sırf canları istedikleri için mi bir şeyleri eleştiriyorlar, yoksa onların da kendilerine göre haklı mazeretleri mi var? Karşılıklı ve sağlıklı bir diyalog ancak iki tarafın birbirini anlayabilmesi ile mümkün olsa gerek.

Aşağıda özet olarak sıralanmış maddeler mümin arkadaşların kendisi gibi düşünmeyen insanları daha iyi anlayabilmeleri için hazırlanmıştır. İlgili ayetler belirtilmemiş olsa da her bir madede yazılanların temel dayanağını Kurandaki anlatımlar oluşturmaktadır.

Bizlerin Kuran-ı Kerim demeden önce neden ilkin asıl bunun Kuran-ı kim? diye sorduğumuzu daha iyi anlamanız dileğiyle;

-binlerce yıl önce yaşamış putperestlerin ibadetleri hakkında bilgiler veren onca yazılı kaynak doğrudan günümüze kadar gelebilmişken eldeki en eski Kuran nüshasının kitabın indirilmesinden bir asır sonraya ait olması

-diğer indirilmiş kutsal kitapların biliniyor olmasına ve ayetler daha inerken dahi kurandan açıkça “kitap” diye bahsediliyor olmasına rağmen peygamberin zamanında bir kitabın ortaya konamamış olması, kitap oluşturma işinin peygamberin ölümünden yıllarca sonraya bırakılması,

-surelerdeki anlatımlarda tarihsel bir sıralamanın ve konu akışının bulunmaması,

-adeta farklı kaynaklardan bir şeyler seçilip toplatılmış gibi Kuranda konuşan kişinin sürekli değişmesi, kitabın geneline hakim tek bir hitap tarzının olmayışı, binlerce yıl önce insanlarca yazılmış olan antik yunan kitaplarının dahi bu konuda daha düzenli ve tek elden çıkmış bir yapıya sahip olması,

-mucizelerle dolu olduğu söylenen Kurandaki anlatımlarla kıyaslandığında daha eski ve çok tanrılı bir din olan Hinduizmin dini metinlerinde doğaya ve geleceğe dair daha somut ve doğru bilgilerin bulunması,

-Kuranın sadece günümüzde eleştirilmemiş olması, islam aleminin en büyük tabibi olarak tanınan El Razı gibi büyük düşünürlerin dahi zamanında bu kitabı ve peygamberi bir kenara bırakıp akla önem vermesi,

-Kuranda allahın taşa, toprağa kendi yarattıkları her ne varsa onun üzerine yemin etmesi, onlar için söz vermesi,

-ayetlerde açıkça bir başka puttan bahsedildikten sonra allahla ilgili -yaratanların en güzeli- denilerek tanrı kavramının çoğul bir şekilde ifade edilmesi,

-koskoca kainatın dengesini sağlayan allahın ayetlerde basit matematiksel hatalar yapması, bir mirasın dahi insanlar arasında nasıl paylaşılması gerektiğini tam bir doğrulukla izah edememiş olması, bu eksikliğin daha sonradan insan aklı ile giderilmesi,

-allahın sayısal verilerle ilgili bir konuda tıpkı bir insan gibi ihtimallere bağlı olarak konuşması, bir yerin nüfusuna ilişkin "100 bin veya daha fazla" gibi bir tabir kullanması,

-herşeyi bilen bir allahın karşısına alıp konuştuğu peygamberine “elindeki nedir musa?” veya “bana inanmadın mı ibrahim?” gibi basit sorular sorup bunların cevabını karşı taraftan dinleyip ona göre hareket etmesi,

-“ol” deyince var eden allahın peygamberlerine verdiği mucizelerinin gerçekleşebilmesi için sanki ortada keramet gösteren bir tanrı değil de sihirbazlık yapan bir insan varmış gibi eldeki sopanın, ayağın veya başka bir şeyin illa bir yerlere vurulması sonucu mucizelerin ortaya çıkması,

-allahın kendisiyle konuştuğu “İbrahim”, “Musa” ve “İsa’nın havarileri” gibi kişilerin bu konuşmalara rağmen kalplerinin yine de tam bir şekilde tatmin olamaması ve bu kişilerin “allahı görmek”, “kuşları diriltmek”, “gökten yemek indirmek” gibi şahsa özel ekstra mucizeler istemesi, bir insana onunla konuşmasına rağmen kendisini tam olarak ikna ettiremeyen bir allahın hiç konuşmadan ve mucizeler göstermeden toplumların kendisine inanmasını beklemesi, inanmayanları ateşe atması,

-ayetlerdeki doğaya ilişkin anlatımların basitçe gözlemlenebilen gerçeklerden öteye geçememesi, güneş gökte aynı yolu izledi ve battı onun yerine ay doğdu, gece gündüzün üstünü örtü, yağmur yağdı otlar yeşerdi, rüzgar esmedi gemi durdu gibi orta akıl sahibi herkesin bilebileceği tasvirlerin yapılması,

-yine doğanın anlatımında gerçeğin dilinin değil göze görünenin esas alınması; güneşin battığı yerden, yakın göğün yıldızlarla donatılmasından, göklerin yerden yükseltilip direksiz tutulmasından vb. şeylerden bahsedilmesi,

-geleceği bilen ve her şeye gücü yeten allahın ayetlerine göre koşulları değiştirmek yerine koşullara göre ayetlerini değiştirmek yoluna gitmesi,

-bir ayette cin olduğu söylenen şeytanın bir başka ayette  sadece meleklerden istenen -ademe secde edin- emrini her nedense üzerine alınıp isyan etmesi, kovulduğu halde allahın cennetine her ne hikmetse girip ademle havva’nın aklını çelebilmesi, ölümlü dünyaya daha gönderilmemiş olmasına rağmen ademle havva’nın kendilerine diz çökmüş olsa da meleklere özenerek onlar gibi ölümsüz olmayı istemesi,

-ilk cennetten kovulurken her ne kadar adem ve havva’nın kendi kişisel sorumluluğundan kaynaklı bir hata yapılmış olsa da, onlardan sonra gelecek olan tüm insanlığın da aynı hatayı yapmış gibi bu sorumluluğa ortak tutulması,

-öbür tarafta sanki birileri kaçıp izini kaybettirecekmiş gibi cennetin kapılarına allahın bekçiler dikmiş olması,

-Allahın yarattığı yer çekimi yasasına sanki yenik düşüp yere düşeceklermiş gibi allahın meleklerinin kanatlı olması,

-Bu tarafta gökleri direksiz yarattığını söyleyen bir Allahın öbür tarafta insanları ateşte yakarken zincir ve direklere ihtiyaç duyması,

-allahın hem dilediğini isteyerek veya cehennemi doldurmaya söz vererek insanı yoldan çıkarması hem de onu sırf kötü oldu diye de değil sırf “inanmadı” diye ateşte sonsuza kadar yakacak olması,

-önceki peygamberlerin üzerinden yüzyıllar geçtikten sonra eskisi gibi insanları kandırmanın artık daha güç olmasından mıdır bilinmez, allahın son peygamberine gelince ona mucizeler vermekten bir anda vazgeçmesi, düne kadar gerekli gördüğü mucizeleri birden gereksiz görmeye başlaması,

-allahın kendi yarattığı canlıları kötüleyip küçük görmesi, insanları onlara benzeterek alay etmesi, beddua etmesi, kızması, alınması, adeta sıradan bir insan gibi tavırlar takınması,

-tüm insanlığa son kez gönderilmiş olduğunu iddia etse de kuranın her çağa ve coğrafyaya hitap edemiyor olması, başta cennet vaadleri ve ibadet esasları olmak üzere dünyayı bir tek arap yarım adasından ibaretmiş gibi sayması,

-ayetlerde yeryüzündeki her kavime peygamber gönderildiği iddiasında bulunulsa da ortadoğulu olmayan ne bir peygamberden ne de herhangi bir yerden veya topluluktan tek kelime dahi bahsedilmemesi,

- tevrat veya incilde daha anlamlı ve düzgün olarak anlatılmış sayısız hikayelerden yapılmış olan yarım yamalak alıntılar bir yana, tevrat ve incil dışı kaleme alınmış eski dinsel metinlerde bahsi geçen efsanelerin Kuranda anlatılması, islam öncesi kimi arap şairlerine ait cümlelerin birebir aynen ayetlerde geçmesi, allahın geçmişle kendisi arasında farklılık yaratıp ayrıcalığını ortay koymak yerine birçok konuda benzerlik yaratıp varlığını bilerek şüpheli kılmış olması,

-ibrahim peygamberin bir kaç gün içinde ilkin yıldız, ay ve güneşin doğması sonucu onlara tapması daha sonrasında ise -gerçekte batmadığı halde- sırf bunlar batıyor diye bu üç tanrıdan birden vazgeçmesi, İbrahim peygamberin bu gök cisimlerinin doğduğu ve onlara tapmaya başladığı vakit onların bir zaman sonra batacağını düşünememiş olması,

-allahın her zaman peygamberini kendi seçmemesi, başıboş bir kavim aramak yerine akrabalık durumuna göre de hareket etmesi, musa peygamberi doğrudan korumak varken sırf onun yalnız olmak istememesi ve firavundan çekinmesi üzerine kardeşini de onun yanında peygamber ilan etmesi,

-allahın sonraki çağların koşullarıyla bağdaşmayacak bir şekilde bir taraftan eski putperest Babil hükümdarlarına özenip kısasa kısası emrederken diğer taraftan firavunun uyguladığı cezalandırma metodunu benimseyip gerektiğinde insanın ellerinin çapraz kesilmesini istemesi,

-ayetlerde cariyelerden ve kölelerden sanki her çağda var olacaklarmış gibi bahsedilmesi, başta erkek kadın ayrımı olmak üzere erkeğin kadına, efendinin köleye üstün tutulması, bu konuda insan hakları evrensel beyannamesinin dahi daha insancıl olması,

-yeterli açıklama yapılamadığı için mezhepsel ayrıma ve insanlar arası çatışmalara yol açan onca konu varken, surelerin normalin üstünde hatta bazılarında abartı boyutlarına varacak ölçüde tekrarlar içermesi,

-ayetlerde erkeğin menisinden, kadınların tomurcuk memelerinden, özel günlerinden, bağırsaktaki dışkıdan, kandan ve kalpten bahsedildiği halde insan vücudunun en temel organı olan beyinden hiç bahsedilmemesi, o çağlardaki tıp bilgisinin bir sonucu olarak düşünüp, inanmak gibi beyin fonksiyonlarının hepsinin bunları gerçekleştirdiği sanılan kalbe yüklenmesi,
.
.
.

tüm bu sayılanların yanı sıra kuranda her biri ayrı başlık olarak ele alınabilecek çok sayıda başka eksik ve birbiriyle çelişkili anlatımlar bulunmaktadır. Aynı şekilde aynı topraklarda ortaya çıkmış daha eski inançlar ile kitaptaki anlatımlar arasındaki benzerliklerin de ayrı bir başlık altında ele alınması gerekir.

Benim yukarıda özet olarak sıraladıklarım; ayetlerin toplatılıp kitap haline getirildiği o çalkantılı yıllar göz önüne getirildiğinde ve islamın ilk yüzyılına ait elde başka yazılı kaynakların bulunmadığı gerçeği dikkate alındığında eminim daha fazla anlamlı olacaktır.

24 Kasım 2012 Cumartesi

Kutuplarda bir çift iplik, biri beyaz biri siyah!

Kutuplarda güneşin hareketi


"…Tan yerinin beyaz ipliği siyah ipliğinden sizce seçilinceye kadar yiyin için; sonra da orucu gece oluncaya değin tamamlayın…" (Bakara -187)

Soru : Kutuplara yakın bölgelerde Arap yarımadasında olduğu gibi yılın her günü gece gündüz değişimi yaşanmaz. Bu tür bölgelerde çok uzun süre gündüzlerin yaşandığı zamanlarda tam olarak karanlık geceler oluşmaz. Buralarda yaşayan birisi Allahın verdiği iplik örneğine göre nasıl hareket edecektir, etmeyecekse bu ayet sadece belli bölgelerdeki yaşayan insanlara mı hitap etmektedir?

Temel ibadetlerini ayın ve güneşin görünürlüğüne göre belirleyen, dünyanın genelinden bahsederken sadece doğu-batı deyip kuzey ve güneyden hiç bahsetmeyen Kuran gerçekten de kutupların ve bu bölgelere yakın yerlerin bilgisinden yoksun muydu?

Bu ara şu bilgiyi de ekleyelim; bu ifadenin hemen hemen aynısını bir Yahudi Kitabı olan Mişnah Berakhoth'da geçtiği belirtilmektedir:

"Günün başlangıcında mavi iplik beyaz iplikten ayrıldığı zaman..."


Buradaki mavi iplik Kurana siyah iplik olarak geçmiş gözüküyor, geri kalansa aynı.

Evrensel bir hitaba uygun olmayan böylesi bir anlatımın çok daha eski bir kaynaktan veya söylencelerden alınmış olması yüksek ihtimal.



Büyük Plinius der ki!

Gaius Plinius Secundus Maior, (M.S. 23-79) tarihleri arasında yaşamış olan Romalı bir yazar ve filozoftur. Plinius, bilim tarihindeki yerini, dönemine ait bilgileri derlemek amacıyla kaleme aldığı, insanlık tarihinin ilk ansiklopedisi sayılan dev yapıtına borçludur. Doğa Tarihi adı altında birleştirilmiş 37 kitaptan oluşan bu yapıt, 500 e yakın Yunanlı ve Romalı yazarın bıraktığı 2 bini aşkın kitabın içeriğinden özetlenmiş yoğun bir bilgi derlemesidir. Bilgin Plinius hakkında şu bilgiler verilmektedir:

 -Plinius az uyur, az yerdi. Gün ve gecelerini, coğrafyacıların, astronomların, tabiat bilginlerinin ve doktorların kitaplarını okumakla geçirirdi. Kitap üstüne kitap okur, not tutar, düşünür, kıyaslamalar yapardı. Gezilerinde ve savaşlarında çok şey görmüştü. Plinius, ayaklı bir kitaplıktı: Kutupta güneşin yazın hiç batmadığını, kışınsa hiç doğmadığını, ışık hızının sesinkinden yüksek olduğunu, deniz gelgitinin, Ay ve Güneş'in çekimlerinden doğduğunu biliyordu.

Bundan şunu öğreniyoruz, demek ki İslamiyetten yaklaşık 500 yıl önce dahi kutuplarda güneşin yazın hiç batmadığı, kışınsa hiç doğmadığı bir şekilde de olsa biliniyordu. Hatta bu bilgiler yazılı bir şekilde kitaplardan dahi geçiyordu. İnsanlar kutuplarda aylarca güneşin doğmaması gibi bir hakikatten yüzlerce yıl öncesinden haberdarken tüm zamana ve insanlığa gönderilen Kuran nasıl sesleniyordu peki

O hâlde, onların söylediklerine sabret ve güneşin doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamd ile tespih et. Gece vakitlerinde ve gündüzün uçlarında da tespih et ki hoşnut olasın. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın.

Demek ki kutup bölgesinde hergün Allahı daha az tespih (namaz) edip aylarca aç kalıp telef olmak gerekiyor.

Bazı arkadaşlar eğer Kuranda bir yanlış olsaydı buzamana kadar mutlaka onu biri eleştirirdi gibi savunmalarda bulunuyor. Bence bırakın İslamiyetten yüzlerce yıl sonra birilerinin çıkıp -Kuran evrensel değildir- diye onu eleştirmesini, 500 yıl önce yaşamış Plinius dahi topraktan kalkıp gelse o da kitabın evrensel olmadığını söylerdi. Birlikte izleyelim, bakalım kutuplarda güneş ne vakit batıyor, beyaz iplik siyah iplikten ne zaman ayırt ediliyormuş.

23 Kasım 2012 Cuma

Cennet değil bahçe!



Kurandaki Arapça cennetin kelimesi bazı ayetlerde cennet bazı ayetlerde ise bahçe olarak Türkçeye çevrilmiş.

Ayet şayet ölüm sonrası mükafattan bahsetmişse cennet diye çevrilmiş ama yok bu dünyaya ilişkin bir anlatıma sahipse bahçe diye çevrilmiş.

Örneğin müslümanların öldükten sonra gideceği yerden bahsedilirken içinde ırmaklar akan bahçe demek yerine içinde ırmaklar akan cennet denmiş.

Kısacası Kurandaki cennet diye çevrilmiş olan kelimelerin tamamı görebildiğim kadarıyla bahçe olarak çevrilebilir veya bu dünyadaki bahçelerden bahseden kelimelerin tamamı da cennet diye çevrilebilir. Tabi ikincisini yapmak herşeyi temelden sileceği için birincisini yapmak pekala mümkündür.

Yani Allahın müslümanlara sunacağı mükafatına cennet diye özel isimle adlandırlmış olan bir yer değil de baya bildiğimiz bahçe diyebiliriz.

Aynı kelimeyi alıp bir ayete gelince cennet diğer ayete gelince bahçe diye çevirmek neden?

Mesala ayetlerde öbür taraftaki köşklerden de bahsedilir bu dünyadaki köşklerden de, ama her ikisinde de köşk denir, birinde sadece köşk denilip diğerinde arapçası verilmez. Ama mevzu bahçe olayına gelince işler değişiyor.

Herhalde Allah böylesi bir ayrımın olmasını isteseydi öbür taraftaki mükafat diyarının adına bahçe demez de ona başka bir ad koyardı. Allahın yapmaya gerek duymadığı bir ayrımı mealciler neye göre ve neden yapıyor?

Eğer Allah cennet kelimesini sadece öbür tarafla ilgili söylemiş olsaydı herhangi bir sorun yoktu. Yalnız Allah bu dünya ile ilgili anlatımlarında da aynı kelimeyi yani "cenneti" kullanmış. Örneğin;

-Ve gökten mübarek su indirdik. Böylece onunla bahçeler (cennatin) ve hasat edilen hububat yetiştirdik. (Kaf -9)

-Onlar geride nice bahçeler (cennatin), nice pınarlar bıraktılar. (Duhan -25)

-Fakat onlar yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik. Onların bahçelerini (cennetey) ekşi meyveli ağaçlar, acı ılgın ve biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye (cenneteyni) çevirdik. (Sebe -16)

-Taneler, bitkiler, sarmaş dolaş bahçeler (cennatin) çıkaralım diye yağmur yüklü yoğun bulutlardan şarıl şarıl yağmur yağdırdık. (Nebe 14-16)


Eğer bu ayetlerdeki "cennetin" kelimesi bahçe olarak çevrilmişse "cennetle" ilgili ayetlerdeki cennetin kelimelerini de aşağıdaki gibi bahçe olarak çevirebiliriz:

-.. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise izniyle, bahçeye ve bağışlanmaya çağırır.. (Bakara -221)

-Rabbinizin bağışına, ve genişliği göklerle yer arası kadar olan, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış bulunan bahçeye koşun. (Ali İmran -133)

-Cehennemlikler de bahçedekilere, "Ne olur, sudan veya Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da bizim üzerimize akıtın" diye çağrışırlar. Onlar, "Şüphesiz, Allah bunları kafirlere haram kılmıştır" derler. (Araf-50)

-Şüphesiz Allah, mü'minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği bahçe karşılığında satın almıştır... (Tevbe -111)

-Melekler onların canlarını iyi kimseler olarak alırken, "Selâm size! Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık girin bahçeye" derler. (Nahl -32)

-Şüphesiz "Rabbimiz Allah'tır" deyip de, sonra dosdoğru olanlar var ya, onların üzerine akın akın melekler iner ve derler ki: "Korkmayın, üzülmeyin, size vadedilmekte olan bahçeyle sevinin!" (Fussilet -30)


bu ayetlerde de aynı kelime kullanıldığına göre neden baştaki ayetlerdeki gibi bahçe demek yerine cennet denilmiştir?

Bizim mealciler içinde ırmağın akmasını ve ağaçlarının en tatlı meyveler vermesini kabul ediyorlar da bunların bulunduğu yerin adını bildiğimiz bahçe olarak vermek neden zorlarına gidiyor? Yoksa kraldan fazla kralcı olarak bu basitliğin üstü geçmişten bu yana örtülmeye mi çalışılmış.

Meryem de resul muydu?



Muminun Suresi:
50: "Meryem oğlu İsa’yı ve annesini büyük bir mucize kıldık ve her ikisini de oturmaya elverişli, akarsulu yüksek bir yere yerleştirdik."

51: "Ey peygamberler! (resûlun). Temiz şeylerden yiyiniz ve iyi ameller işleyiniz. Doğrusu ben, sizin yaptığınız şeyleri tamamen bilirim.”

52: "Ve muhakkak ki bu sizin ümmetiniz, tek bir ümmettir. Ve Ben, sizin Rabbinizim. Öyleyse Bana karşı takva sahibi olun."

Yukarıdaki ayetlerde Meryem ve oğlu İsa’nın birer mucize kılınıp akarsulu bir yere yerleştirildikleri bahsedildikten sonra devam ayetinde “Ey peygamberler! diye seslenilmektedir.

Allah "Peygamberler" diye kime seslenmektedir?

Bu ayette “Ey peygamberler” diye seslenilen kişilerin bir önceki ayette büyük bir mucize kılındığı söylenen Meryem ve İsa olduğunu düşünüyorum. Peki neden?

İlkin şunu belirtmek gerekiyor; ortada bu ayetler inerken yaşayan, temiz şeylerden yemesi ve iyi ameller işlemesi söz konusu olan tek bir peygamber vardır ki o da Muhammed'tir. O zaman bu sözleri geçmişteki peygamberlere karşı onların yaşadıkları zamana ilişkin söylenmiş sözler olarak ele almak gerekecektir.

Yukardaki ilk ayette Meryem ve oğlu İsa’nın akarsulu bir yere yerleştirildiği söylendikten sonra; ikinci ayette “Ey peygamber” diye seslenilerek seslenilen bu kişilerin temiz şeylerden “yemesi” istenmektedir.

Meryem ve İsa hakkında bize ayrıntılı bilgiler veren Meryem Suresi’ndeki anlatımlara baktığımızda da aynı şeylerden bahsedildiğini görürüz. Bu suredeki anlatımlarda da Meryem ile İsa'nın altında bir derenin aktığı uzak bir yere çekildiği söylendikten sonra onlardan yiyip içmeleri istenir.

"Böylece Meryem, çocuğa gebe kaldı ve onunla uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı onu bir hurma ağacına yöneltti. “Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitmiş olsaydım!” dedi. Bunun üzerine (Cebrail) ağacın altından ona şöyle seslendi: “Üzülme, Rabbin senin alt tarafında bir dere akıttı.” “Hurma ağacını kendine doğru silkele ki sana taze hurma dökülsün.” “Ye, iç, gözün aydın olsun. İnsanlardan birini görecek olursan, “Şüphesiz ben Rahmân’a susmayı adadım. Bugün hiçbir insan ile konuşmayacağım” de." (Meryem 22-26)

Ayrıca Müminin Suresi'nin "Ey peygamber" diye seslenilen ayetinden sonraki ayetine bakmakta da fayda var. Müminin Suresi 52. ayettinin başında “ve muhakkak ki bu sizin ümmetiniz, tek bir ümmettir.” denmektedir. Bu ayetin neredeyse tamamen aynısı Enbiya Suresi’nin 92. ayetinde geçmektedir ve bu ayetin bir öncesindeki ayette Meryem ve oğlu İsa Peygamber’den bahsedilmiştir.

Irzını korumuş olan kadını da (Meryem’i de) hatırla. Ona ruhumuzdan üflemiştik. Kendisini de, oğlunu da âlemlere birer delil yapmıştık. Şüphesiz bu, tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de Rabbinizim. Onun için sadece bana kulluk edin." (Enbiya 91-92)

Meryem’in peygamberliği konusu ilk kez ortaya atılmış olan bir konu değildir. İslam düşünce tarihinde kadınların da peygamber olarak gönderilmiş olduğunu kabul eden ekoller olmuştur. Örneğin Eş’ariler kadınların peygamber olabileceğini kabul ederler. İmâm Eş'arî ile kitap ve sünnetin zahirlerini kendilerine mezhep edinen birkaç âlim bazı ayetlere (Âl-i İmrân -42, Meryem 16-19) dayanarak ve kendisine vahiy gelmiş olmasına bağlayarak Meryem'in peygamberliğini kabul etmişlerdir.

"Hani melekler, “Ey Meryem! Allah, seni seçti. Seni tertemiz yaptı ve seni dünya kadınlarına üstün kıldı.” (Ali İmran -42)

Muminun Suresi'nin yukarıdaki ayetlerine belirttiğim açılardan bakacak olursak Allah’ın Meryem ve İsa'ya “Ey peygamberler” diye seslenmiş olduğunu kabullenmek mantıklı gibi gözükmektedir. Tabi bu durumda peygamber olarak Kuran’da adı geçen 25 erkeğe bir bayan adının da ilave edilmesi gerekirdi ki herhalde bu durum Diyanet başta olmak üzere birçok kişinin canını sıkardı.

22 Kasım 2012 Perşembe

Allah'ın çarmıha gerin emri neden sadece asmak olarak çevrilmiştir?



Maide -33:

"Allah'a ve Resûlüne savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası; ancak öldürülmeleri, yahut asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut o yerden sürülmeleridir..."

Nisa -157:

"Bir de inkârlarından ve Meryem'e büyük bir iftira atmalarından ve "Biz Allah'ın peygamberi Meryem oğlu İsa Mesih'i öldürdük" demelerinden dolayı kalplerini mühürledik. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar."

Şuara -49:

"Firavun, "Ben size izin vermeden ona inandınız ha? Mutlaka o, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Yakında bilip göreceksiniz siz! Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi asacağım" dedi."

Bu ayetlerde asmak şeklinde çevrilmiş olan Arapça salb kelimesinin manası insanı kollarından bir yere gererek asmak anlamındadır.

Nitekim, Maide Suresi'nin yukardaki ayetinin yabancı dillere yapılmış olan çevirilerinde çarmıha germek tabiri (crucifixion, gekreuzigt werden, crucifiés, crucificados vb.) açıkça kullanılmıştır.

Allah'ın emrettiği cezalardan bahseden Maide Suresindeki ayetin çevirisinde hiçbir Türk tefsirci çarmıha germek tabirini kullanmamıştır. İsa'nın öldürülmesi ve Firavunun verdiği cezalarla ilgili Nisa ve Şuara Suresinin ayetlerinin çevirisinde ise Elmalı Hamdi Yazır gibi sadece bir kaçı tefsirci çarmıha germek tabirini kullanmıştır.

Bir insanı boynundan asmak başka şeydir o insanı kollarından gererek asmak yani çarmıha germek başka şeydir. Çarmıha germek demek bir insanın daha uzun süre işkence çekerek ölmesi anlamına gelir.

Özellikle Allah'ın emirlerinden bahseden Maide Suresindeki ayetin çevirisinde tefsircilerimizin tamamı neden bu kelimeyi sadece asmak olarak çevirmişlerdir?

Anlaşılan o ki Diyanet başta olmak üzere bizim mealcilerin, kafirlerin peygambere firavunun ise kendi halkına karşı yapmış olduğu böylesi bir cezalandırma metodunun Allah tarafından da uygulanmak istendiğini söylemeye pek dilleri gitmemiş.

15 Kasım 2012 Perşembe

Genişliği yeryüzü ve gökyüzü kadar olan cennet!



Rabbiniz'den olan mağfirete ve genişliği yerler ve gökler kadar olan, takva sahipleri için hazırlanmış olan cennete koşun!" (Ali İmran -133)

"Rabbinizden mağfirete ve genişliği, yeryüzü ve gökyüzü kadar olan, Allah'a ve O'nun Resûl'üne inananlar için hazırlanmış olan cennete (kavuşmak için) yarışın..." (Hadid -21)


Yukarıdaki ilk ayetin (Ali İmran -133) Diyanet tarafından yapılan çevirisinde Arapça aslında olmadığı halde "arası kadar" ifadesi ilave edilerek gökyüzünün derinliğinden hareketle cennet yerle gökyüzünün arası kadar genişmiş gibi ifade edilmiştir.

Oysa ayetlerdeki bu anlatım yeryüzünü de gökyüzü kadar geniş sanan bir düşüncenin ürünü olabilir. Yeryüzünü düz bir şekilde gökyüzünün ise onun üzerinde düşmesin diye tutulduğunu (Hacc Suresi -65) düşünecek olursanız yeryüzünün de gökyüzü büyüklüğünde tasavvur edilmiş olabileceğini daha iyi anlamış olursunuz.


Oysa artık bilindiği gibi yeryüzü dediğimiz dünya gökyüzü dediğimiz ve onu çevreleyen deyim yerindeyse bir boşluk içerisinde bulunmaktadır. Bu yüzden herhangi bir şeyin "yeryüzü ve gökyüzü gibi geniş" olduğunu söylemek açıkça göğün gerçekte ne olduğunun bilinmediği anlamına gelir. Gökyüzü gibi inanılmaz bir büyüklükle yeryüzü gibi küçük bir noktanın aynı kıyaslama için birlikte kullanılmış olması ne yazık ki pek de mantıklı gözükmemektedir.

Kitabın yazıldığı dönemde yeryüzünün gökyüzü gibi geniş bir yer olduğunun düşünüldüğünü destekleyen birkaç ayet daha bulunmaktadır. Örneğin, Fussilet Suresi’nin 9. ve 11. ayetlerinde yer ve gökler aynı sürede yani iki günde yaratıldığı söylenir. Talak Suresi’nin 12. ayetinde ise; “Allah, yedi göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır.” denilerek gökler ile yer yine birbirinin benzeriymiş gibi ela alınır.


Bir an olsun kendinizi engin bir ufka bakarken hayal edin. Ufkun sonunda gökyüzü ve yeryüzü bir araya gelmektedir. Siz yürüdükçe ufuk çizgisi de gittikçe sizden uzaklaşmakta. Doğal olark böylesi bir tablo karşısında ayaklarınızın altındaki yeryüzünü, yükseltilmiş bir tavan olan (Tur Suresi -7) gökyüzü ile aynı büyüklükteymiş gibi düşünürsünüz. Tabi ta ki elin gavurları gökleri fethedip gerçeğin bilgisini sizin elinize tutuşturana kadar.

Ek:

Ana konuyla ilgili olarak biraz daha ilavede bulunmak isterim.

Cennetin genişliğinin benzetme yoluyla yapılan ayetlerdeki anlatımına ilişkin sorulması gereken soru şu olmalı; "bu cennetin genişliği yeryüzüne mi benziyor yoksa gökyüzüne mi?"

Ayetler ikisi gibi diyerek ikisine de benzetiyor. Ama benzetilen iki şey yani yer ve gök gerçekte birbiriyle eş veya benzer değil, tam tersine bunların arasında muazzam bir fark var.

Bir örnek vereyim; elinizde yuvarlak bir cisim var ve siz bunu insanlara izah ederken diyorsunuz ki "benim elimdeki şeyin genişliği bir bilye ve bir gülle kadardır."

Bunu söylemiş olmanız bilye ile gülle arasındaki farkı bilmediğinizi gösterecektir.

Tabi şu da var, herşey bitti de bir tek cennetin genişliği mi kaldı, cennetin genişliğinin ne kadar olduğunu bilmenin bizler için önemi çok mu fazla? herhalde herşeye kadir olan Allah mükafatlandıracağı kullarını içerde boşyer yok diye kapı önünde bırakacak değildir.

Hadi tomurcuk memeli hurileri anladık bunlar inanmış kulları doğrudan ilgilendiyor ama bu cennetin genişliği neden izah edilecek kadar önemli görülmüş onu anlamak da güç. Hadi diyelim illa bahsedeceksin, "cennetin genişliği gökler kadardır." deseydin ne eksik olacaktı, birisi kalkıp "niye cennetin genişliği yeryüzü kadar değil?" diye bir soru mu soracaktı.

Kutsal zeytin ağacı!

Allah’ın nurunun mübarek zeytin ağacı ile tutuşturulmuş ateşe benzetildiği ayet:

“Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fânûs içinde. Fânûs sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı (zeytûnetin), ateş dokunmasa bile neredeyse aydınlatacak (kadar berrak)tır. Nur üstüne nur. Allah, dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah, insanlar için misaller verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nur Suresi -35)
Kendisinden hem katık hem de yağ elde edilen (zeytin) ağacının Sina Dağı’nda olduğunu söyleyen ayet:

“Yine o su ile Sîna dağında biten bir ağaç yarattık ki hem yağ, hem de yiyenlere katık verir.” (Muminun -20)

Musa peygamberin Tur’da (Sina’da) gördüğü ateş ve oradaki mübarek ağaçtan seslenen Allah:

“Mûsâ, süreyi tamamlayıp ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafında bir ateş görmüş ve ailesine, “Siz burada kalın, ben bir ateş gördüm, (oraya gidiyorum). Umarım oradan size bir haber ya da ısınmanız için ateşten bir kor getiririm” dedi. Mûsâ, ateşin yanına gelince, o yerdeki vadinin sağ tarafındaki mübarek ağaçtan şöyle seslenildi: “Ey Mûsâ! Şüphesiz ben, evet, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.” (Kasas 29-30)

“(Mûsâ) Ateşe varınca ona şöyle seslenildi: “Ateşin içindeki de çevresindekiler de kutlu olsun! Âlemlerin Rabbi olan Allah, eksikliklerden uzaktır.” (Neml -8)


(Tevrat / Mısırdan Çıkış -19:18: “Sina Dağı’nın her yanından duman tütüyordu. Çünkü RAB dağın üstüne ateş içinde inmişti. Dağdan ocak dumanı gibi duman çıkıyor, bütün dağ şiddetle sarsılıyordu.”)


Musa peygamberin Allah’la konuştuğu dağda ilkin görülen bir “ateşten” daha sonra ise “mübarek bir ağaç”tan bahsedilmektedir. Yukarıdaki ayetler arasında mantıksal bir bağ kurulduğunda bu ağacın bir zeytin ağacı olduğu çıkarımında bulunabiliriz.

“İncir’e ve zeytûn'a andolsun, Sina Dağına andolsun.” (Tin Suresi 1-2)

Böylelikle Allah’ın zeytin ile Sina Dağı’nın üzerine neden and içtiği daha da anlaşılmaktadır. (Yalnız bu ayette Arapça “Sinin” kelimesi geçmektedir. Diyanet ve Türk tefsircilerce bu kelime Sina Dağı olarak çevrilmiş bazı Arap tefsircilerce ise “mübarek dağ” ve “ağaçlı dağ” olarak çevrilmiştir.)


Ateşin ve onunla sağlanan aydınlığın muhafazasının kolay olmadığı geçmiş çağlarda yağından ateş elde edilen, şifalı sayılan ve evleri, tapınakları aydınlatan bir bitkinin kutsanmış olmasına pek şaşırmamak gerekiyor. Antik çağdaki putperest Yunanlılar zeytini koruyucu ve kurtarıcı olarak bilmiş hatta zeytin ağacına tapınmışlardır.

Ne yazık ki yukarıdaki ayetlerde geçen anlatımlar Kuran’ın kendisini geçmiş pagan inanışlarından tam olarak soyutlayamadığını göstermektedir. Yoksa her yerde hazır ve nazır olabilecek bir kudretin böylesine herhangi bir ağacın ateşin varlığına ne diye ihtiyacı olsun.

11 Kasım 2012 Pazar

Al-lah=Tanrıça (İncire, Zeytine ve Güvenli Şehre And Olsun!)

“Tîn'e ve zeytûn'a andolsun,

Sinâ Dağına andolsun,

Bu güvenli şehre (Mekke'ye) andolsun ki,

Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin Suresi 1-4)

Yukarıdaki ayetlerde Allah’ın özellikle neden incire (tin) ve zeytine yemin ettiğini anlamak gerçekten çok zor. Eğer üzerine yemin ediliyorsa bu zeytin ve incirin farklı ve önemli başka anlamlar taşıyabileceğini düşünmek gerekiyor.

İncir ve zeytinin dışında Sina Dağı’na da yemin edilmektedir. Müminun Suresi’nin 19. ve 20. ayetlerinde “Onunla, içinde, yediğiniz birçok meyveler bulunan hurmalık ve üzüm bağları, Tur-i Sina’da yetişen, yiyenlere, yağ ve katık veren zeytin ağacını var ettik.” denmektedir. Bu ayetten hareket edecek olursak en başta yemin edilen zeytinlerin yetiştiği Sina Dağı’na da bu yüzden yemin edilmiş olabileceğini düşünebiliriz.

Son olarak ise Mekke şehri üzerine yemin edilmekte ve bu şehrin “güvenli”, korunmakta olduğu belirtilmektedir. Kısaca diyebiliriz ki Tin Suresinin ilk dört ayetinde 4 temel nokta ifade edilmektedir: 1-İncir 2-Zeytin 3-Kabe’nin yer aldığı Mekke Şehri ve 4-Bu şehrin güvenli oluşu.

İnternetteki kaynaklar üzerinden yaptığım araştırmalar sonucunda bu 4 maddedeki ifadelerin İslamiyet öncesi çağlardan gelme ana tanrıça (İştar, İsis ve Kibele'den Magma Mater'e, El-lat'a) bağlantılı inançların bir devamı olarak birbiriyle bağlantılı olabileceğini gördüm.

İlkin Friglerdeki Ana Tanrıça bağlantılı kara taş inancına devamında ise Mekke Şehrini diğer şehirlerden ayıran Kabe’deki kara taş hakkında bilgiler paylaşacam. Bunun devamında bu iki inanç arasında diğer benzerlikler olarak görebileceğimiz güvenli şehir, av yasağı, saçların kesilmemesi ve ayak izi motifleri konusundaki derlediğim bilgileri sunacam. Son olarak da yukarıdaki ayetlerde geçen Ana tanrıçayla bağlantılı incir ile zeytin kavramlarını içeren mitolojik anlatımları paylaşacam. Sabırla okuyup görüşlerinizi paylaşmanız dileğiyle.

Ana Tanrıca İnancı ve Friglerin Kara Taşı:

M.Ö. 1200'lerde Trakya ve Boğazlar üzerinden Anadolu’ya gelen Frigyalıların inançlarında taşlara, daha sonra Roma’ya taşınacak kadar çok önem verilmiştir. Friglerde taşlar, “Dünya Ana”nın bir tür simgesi olarak algılanmıştır. Onun ilâhi kökenli gücü olan Tanrıça Kibele’ye, Anadolu, Atina ve Roma’da yaygın bir şekilde tapınılmıştır. Kibele inançlarındaki kara taşın aynı zamanda “yön” bulmak amacı ile kullanıldığı da belirtilir.

202 yılında Romalılar ile Kartacalılar arasında baş gösteren bir anlaşmazlıkta, Romalı Sybil kâhinleri, şayet Kibele taşı bulunduğu yerden Roma’ya alınıp getirilmezse Romalıların bu savaşı kazanamayacağını söyleyince; Romalıların bu taşı büyük bir özenle bulunduğu yerden alıp Roma’ya götürdüğü anlatılır. Orada bu taş, “Mater Deum Magna” (Tanrıların Büyük Anası) olarak adlandırılmıştır. Konik bir biçimi olan bu taşın, Suriye, Filistin, Karya, Likya, Güney Anadolu ve Kıbrıs’ta da saygı görmekte olduğu biliniyor. Festival ve özel günlerde bu taşın üzerine zeytinyağı sürülürmüş.

Kara Taş (Hacer-ül esved):

Kabe'nin duvarındaki siyah, parlak taş. Rivayete göre İsmail peygamber bu taşı Kabe'nin köşesine yerleştirmiştir. Friglerin Ana Tanrıçası Kibele’nin kara taşında olduğu gibi bu siyah taşla ilgili olarak da “Ana” figürüyle karşılaşıyoruz. “Kibele” ve “kıble” söylemleri arasındaki benzerliğinse sadece bir tesadüften ibaret olduğunu düşünebilirsiniz.

Hacer-ül esved’in kara taş anlamına geldiği söylenir. Ancak Hacer ve Hacc sözcükleri üzerine düşününce burada birden çok anlamın taşınmakta olduğunu görüyoruz. Hacer, İbrahim’in ikinci karısı ve İsmail’in annesidir. Arap’lar İsmail’in soyundan geldiklerine inanırlar. Yahudiler ise İbrahim’in Sara’dan olan diğer oğlundan, İshak’dan geldiklerine. Zaten bu taşın da İsmail ve İbrahim’in Kabe’yi onarırken bulup oraya koyduklarına inanılır. İnanışa göre İbrahim Hacer’i burada terketmiş ve zemzem suyu da burada çıkmıştır. Yani Hacer; geldiğimiz yerdir, anamızdır, biz Hacer’in karnına ilahi güç tarafından konmuşuzdur. Hacer bu nedenle Arab-ı Tabia adı verilen bu Arapların büyük annesi sayılır. Muhammed'in Hacer için Araplara İşte bu kadın sizin annenizdir dediği söylenir. Hacer'in Kabe içinde Hıcr, Hatim ya da Hazire denilen bölümde gömülü olduğuna inanılır.

İbrahim peygamberin eşi Hacer’i vasıfları üzerinden en iyi tanımlayan kişi merhum Ali şeraiti’dir. Ali şeraiti Hacc adlı eserinde şunları ifade etmektedir.

“Bir kadın, hakir görülmüş bir Afrikalı siyah cariye… Sare adlı bir kadının Habeşli hizmetçisi! Bütün bunlar beşeri düzende böyle. Ama Tevhid nizamında bu cariye Allah’ın muhatabı, Allah’ın büyük peygamberlerinin anası, Allah’ın yarattığı en güzel ve en yüce değerlerin tecelligahı. Hacc tiyatrosunda, başrol oyuncusu, en önemli sima, Allah’ın Harem’indeki tek kadın, Tek anne!”

Ayrıca, halife Ömer’in bu taş için şöyle dediği de aktarılmıştır: 'Biliyorum ki sen faydası ve zararı olmayan basit bir taşsın. Allah Resulü'nün seni öptüğünü görmeseydim seni öpmezdim."

Ana Tanrıça; KİBELE

Kibele veya Kybele (Magna Mater, Mother of the Gods: Tanrıların anası), Anadolu kökenli bir ana tanrıçadır. Ana tanrıça inancı, birçok kültürde farklı isimlerle yer alır. Yunan anakarasında Rhea, özellikle Roma dönemi Mısır kültüründe İsis ve Yunan adaşı gibi bekaretle değil, doğurganlık ve bereketle ilişkilendirilen Efes Artemis'i (İyon Kibelesi), belli başlı ana tanrıça figürleridir.


Tarihte, Akdeniz çevresinde, Asya'da ve kuzey ülkelerinde birçok kültür ve uygarlıkta çeşitli isimlerle anılan bir Ana Tanrıça ile karşılaşmak mümkündür. Anadolu'da yapılan kazılar, ana tanrıça figürünün M.Ö. 6500 - 7000'lere kadar dayandığını ortaya çıkartmıştır. Analığı, üremeyi, dişiliği, hayatın sürmesini ve dolayısıyla bereketi simgeleyen tanrıça, ayakta, oturmuş ya da uzanmış olarak betimlenir; düzgün vücudu her zaman tasvir konusudur.

Heykellerin bir bölümünde doğum yaparken görülür. Otururken ya da doğum anındaki bazı heykellerde yanında iki leopar veya aslan bulunur. Ana tanrıçanın kutsal hayvanı olan leopar, hayvanların kraliçesi olduğunu ve doğa üzerindeki sınırsız egemenliğini simgeler.


Ana Tanrıca inancının Tin Suresinin yukarda bahsettiğim ayetleriyle ilgili olabileceğini düşündüğüm özellikleri:

Şehirleri Kurmak ve Koruyucusu Olmak (Mekke’nin güvenli şehir olması) :

Kibele tabiatın, dağların, hayvanların, şehirlerin ve tarımın hakimi genç kızların koruyucusu bereket tanrıçasıdır. Kibele ve onun bir devamı niteliğini taşıyan Yunan tanrıçası Artemis analık ve vahşi doğanın egemeni olmaları özellikleri dışında her ikiside kule taçları ile şehirlerin kurucusu ve koruyucusu konumundadırlar. Nitekim Romalılar, Roma'yı Hannibal savaşının felaketlerinden korumak için tanrıçayı bu niteliğinden dolayı alıp kentlerine getirmişlerdir.


Doğa ve Avcı Tanrıçaları Olarak Hayvanları Korumak (Kabe Ziyaretinde Av yasağı):

Çatal Höyük Ana Tanrıçası, Kubaba-Kybele olarak en önemli özellikleri ana, vahşi hayvanlar egemeni, doğa’nın egemeni ve tanrı anası gibi nitelikleri başta olmak üzere etkisini M.Ö. 1. bin yıl içlerine dek sürdürmüştür. Çatal Höyük Ana Tanrıça’sında görülen hayvan ve doğa tanrıçası olma özelliği Kybele’nin de en önemli özelliklerinden biridir.

Yunan Tanrıçası Artemis

Aynı karakterin Yunan tanrıçası Artemis’te de olduğu göz önüne alınırsa, üç tanrıça arasındaki en önemli ortak noktanın “ Hayvanlar Egemeni” olmalarında yattığı izlenmektedir. Avcı tanrıça ve “ Hayvanlar Hakimesi” nin erken dönem betimlerinin örnek alındığı geç dönem eserlerde, kuş tüylerinden oluşan çelenk benzeri başlıklar görülmektedir. Yunan tanrıçası Artemis aynı zamanda doğa hayvanlarının koruyucusudur. Tanrıça asıl öz karakteri ile el değmemiş vahşi doğanın temsilcisidir.

Başındaki Hilal ile Avcı Yunan Tanrıçası Artemis

Bu bilgiler bize Kabe’yi tavaf etmek için yapılan haçla ilgili olarak neden “özellikle” bir av yasağının getirilmiş olduğu konusunda bir ip ucu vermektedir. İhramlıyken avlanmak, yasak hayvanları yaralamak, yumurtasını almak ve bitkileri koparmak kesmek bedel gerektiren yasaklardır. İhramlıyken avlanmak, yasak hayvanları yaralamak, yumurtasını almak ve bitkileri koparmak kesmek bedel gerektiren yasaklardır.

Maide 95-96:

“Ey iman edenler! İhramlı iken (karada) av hayvanı öldürmeyin. Kim (ihramlı iken) onu kasten öldürürse (kendisine) bir ceza vardır. (Bu ceza), Kâ’be’ye ulaştırılmak üzere, öldürdüğünün dengi olup, içinizden iki âdil kimsenin takdir edeceği bir kurbanlık hayvan; veya yoksulları yedirmek suretiyle keffaret; yahut onun dengi oruç tutmaktır. (Bu) yaptığı işin kötü sonucunu tatması içindir. Allah, geçmiştekileri affetmiştir. Fakat kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikam alır. Allah, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.

Sizin için de yolcular için de bir geçimlik olmak üzere deniz avı yapmak ve deniz ürünlerini yemek sizlere helâl kılındı. Kara avı ise ihramlı olduğunuz sürece size haram kılındı. Huzurunda toplanacağınız Allah’a karşı gelmekten sakının.”

Mekke'de ihramlıyken etrafta avlanacak hayvan bulmak ve öldürülmesi yasak olan bir hayvanı öldürmenin cezası olarak yine bir hayvanı kurban edilip öldürmesini emretmek doğrusu anlaşılması güç bir mantıktır.

Ana Tanrıça rahiplerinin saçlarını uzatması:

Kabe'nin tavaf edilmesiyle tarihi Ana tanrıça (Kibele) tapınması arasında bir başka önemli benzerlik ise ibadet görevini yerine getirenlerin saçlarıyla ilgilidir.

Ana tanrıça kültü efsanesinin baş aktörü Attis'i taklit ederek kendilerini hadım eden ve bu yolla hayatlarını
Tanrıçaya adayan rahipler Galluslar adıyla anılarak doğunun kendine özgü ritüellerini Grek dünyasına ardından da Roma dünyasına taşımışlardır. Ana tanrıçanın rahipleri olan Gallusları anlatan Roma kaynaklı anlatımlarda onların saçlarının uzatılmış olduğundan bahsedilmeketdir. Uzun saçlı sıfatını kazanmak için saçlarını uzattıkları ve bazen de saçlarının bir kısmını tanrıçaya adadıklarından bahsedilmiştir. (Erkan İznik, "Galluslar-İlkçağda Anadoludaki Sıradışı Rahipler" s.138, s.144)

Anlaşılan o ki ana tanrıçaya kendini adamış olan bu rahipler için ibadetlerini yerine getirmelerinde saçlarının kesilmemesinin önemli bir yeri vardı. Kuran'da da müminlerin hac esnasında saçlarını kesmemeleri emredilmiştir.

"Haccı da, umreyi de Allah için tamamlayın. Eğer (düşman, hastalık ve benzer sebeplerle) engellenmiş olursanız artık size kolay gelen kurbanı gönderin. Bu kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden her kim hastalanır veya başından rahatsız olur (da tıraş olmak zorunda kalır)sa fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi, ya da kurban kesmesi gerekir...." (Bakara -196)

Görüldüğü gibi müminler ister hacc yapsınlar ister umre, ihrâma girdikleri andan haccın veya umrenin bittiği ana kadar saçlarını kesmekten ve hatta düzeltmekten kaçınmakla yükümlüdürler. Kabe'nin ziyareti esnasında saçların kesilmemesi yani uzatılması ile Ana tanrıça rahiplerinin sürekli uygulaya gelmiş oldukları saç uzatma davranışları arasında bir benzerliğin olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım.

Son olarak Roma kaynaklı anlatımlarla ilgili verilen bilgilerdeki "saçların bir kısmının tanrıçaya adanması" ifadesinin altını çizerek Buhari'den alınan bir hadisi de burada paylaşmak istiyorum:

“… Resûlullâh salla`llahu aleyhi ve sellem Mekke`ye gelince, hüccâca şöyle i`lân buyurdu: Hüccacdan kurbanlık sevk edenler (ihramlarını muhâfaza etsinler) edâ-yi hac edinceye kadar ihramlıya işlemesi harâm olan şeylerden hiç bir şey işlemek bunlara halâl değildir. Kurbanlık sevk etmiyenler ise Beyt`i tavâf ve Safâ ile Merve arasında sa`yetsin, saçından bir parça kestirip ihrâmından çıksın! Sonra (Arafât`a çıkılacağı sırada) hac için ihramlansın!...”(Buhari, Kitabü’l Hac, Hadis No: 821)

Ana Tanrıça bağlantılı ayak izi motifleri:

Ana tanrıça tapınması ile Kabe merkezli İslam inancı arasındaki bir başka benzerlik “ayak izi” motifinde karşımıza çıkmaktadır. İlkin Ömer ÇAPAR'ın “Roma Tarihinde Magna Meter (Kybele) Tapınımı” başlıklı makalesinde vermiş oluğu bilgilere bakalım:

"…Gallia Narbonensis'de Arausio'da bulunmuş insan ayağı biçimindeki bir mermer parçası da yine tanrıçaya adanmıştır. Burada insan ayağının tanrıça ile ilişkisinin ne anlama geldiği sorulabilir. Bununla ilgili şimdiye değin inandırıcı bir açıklama yapılmamıştır. M.Ö. 1. yüzyıla ait bir madeni para üzerinde de tanrıça ayni şekilde biçimi bozulmuş bir insan ayağı ile gösterilmiştir. Şu halde bu insan ayağı motifi neyi ifade etmektedir? Her ne kadar M.Ö. 2. bin yıl Hitit devleti ile M.Ö. 1. bin yıl Geç Hitit prenslikleri anıt ve belgelerinde ayakla ilgili işaret ve kayıtlara rastlıyorsak da, bunların tanrıçaya olan ilgisi ve özellikle maddi anlamları -yürümek fonksiyonu- dışında ne ifade ettikleri noktası şimdilik açık kalmaktadır. Ne var ki aradan uzun bir zaman geçtikten sonra Roma çağında ayak motifinin tanrıçaya bağlı olarak tekrardan görünmesi ilginçtir.

Acaba bu motifi tanrıçanın sağlık verici niteliği ile birleştirmek mümkün müdür? Tanrıçanın kendi tapınımına resmen girenlerin yanında tüm insanlığı da kapsayan koruyuculuk özelliği içinde varlıkları hastalıklardan iyileştirme fonksiyonu hiç de önemsiz değildir. Ancak, ayak motifi tanrıçanın bu özelliğiyle ne ölçüde ilişkilidir?"

Yukarıdaki anlatımda ana tanrıçayla ilgili ayak motifinin varlığından bahsedilerek bunun tanrıçanın sahip olduğu şifa verici özelliğiyle bağlantısının olabileceğinden bahsedilmektedir. Benzeri bir ayak izi motifi Kabe’de de bulunmaktadır. Makam-ı İbrahim olarak adlandırılan yapının içerisinde İbrahim peygambere ait olduğuna inanılan ayak izleri bulunmaktadır. İlkin bununla ilgili Kuran'daki ayete bakalım:

"Şüphesiz, insanlar için kurulan ilk ibadet evi, elbette Mekke’de, âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak kurulan Kâ’be’dir. Onda apaçık deliller, Makam-ı İbrahim vardır. Oraya kim girerse, güven içinde olur. Yolculuğuna gücü yetenlerin haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse (bu hakkı tanınmazsa), şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağnidir. (Kimseye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır.)" (Ali İmran 96-97)

Tefsir ve fıkıh alanlarında otorite kabul edilen ve çok sayıda hadis rivayet edenler arasında yer alan sahabi İbn Abbas tarafından yapılan açıklamalarda; Makam-ı İbrahim'in geçmişte de olsa şifalandırıcı bir yapıya sahip olduğundan bahsedilmiştir. Bu konuda kaynaklarda şu bilgiler verilmektedir:

"Ebû Saîd el-Hudrî (ö. 64/638) bu konuda şunları anlatmıştır: Abdullah b. Selâm'a, Makâm-ı İbrahim'in üzerindeki izi sordum. Bu taş günümüzde olduğu gibi kalmıştır. Ancak Allah, Makâm-ı İbrahim'i bir mucize yapmak istemiştir. Hz. İbrahim'e insanları hacca gelmeye davet etmesini emredince, Hz. İbrahim taşın üzerine çıktı. Üzerine çıkınca taş bütün dağlardan daha yüksek oldu. Hz. İbrahim şöyle seslendi: "Ey insanlar! Rabbinizin davetine icabet edin,." Bu çağrı üzerine insanlarda ona cevap vererek: "Lebbeyk Allahümme Lebbeyk" dediler. Bu esnada Allah'ın dilemesi ile Hz. İbrahim'in ayaklarının izleri taşın üzerinde kalmış oldu.

Abdullah b. Amr b. Âs (r.a)'dan şöyle dediği nakledilmiştir: Haceru'l-Esved ile Makâm-ı İbrahim Cennetten çıkmadırlar" İbn Abbas (r.a) demiştir ki: "Dünyada, Haceru'l-Esved ile Makâm-ı İbrahim'den başka Cennet varlığı yoktur. Zira onlar Cennet cevherlerinden iki cevherdir. Eğer onlara müşrikler ellerini dokundurmuş olmasalardı, ona dokunan dert sahiplerine Allah mutlaka şifa verirdi". Mücâhid'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Makâm-ı İbrahim'e dokunulmaz. Zira o, Allah'ın mûcizelerinden bir mûcizedir". Yine ondan nakledildiğine göre, Kâbe'de açık mûcizeler vardır, Makâm-ı İbrahim vardır" ayetinin tefsirinde şöyle denilmiştir: "Makâm-ı İbrahim'deki mûcize, Hz. İbrahim'in üzerindeki ayak izleridir."

Gürültülü ve çalgılı ana tanrıça ibadetleri:

Kabe etrafında geçmişte yapılan ibadetlerin bir eğlence ve panayır havasında yapılmış olduğuna dair bilgiler bulunmaktadır:

"Nitekim bu dönemde (Cahiliye döneminde) müşrikler, erkek-kadın, açıksaçık el ele tutuşur, Kabe'nin etrafında dolaşırlar ve ıslık çalıp el çırparlardı. Böylece, ibadet ediyoruz diye çalar, oynar, hora te­perler ve yaptıklarını alkışlarlardı. Hz. Peygamber Kabe'ye gelip namaz kılmak ya da Kur'ân okumak istediği zaman, çoğu zaman böyle ayin yapmakta ileri giderler, kendileri de namaz kılıyor ve dua ediyorlarmış gibi gösteri ve gürültü yaparlar, bunu kendileri­ne bir ibadet sayarlardı."

Bu durum Kuran'daki ayetlerde de geçmektedir:

"Oysa sen onların içinde iken, Allah onlara azap edecek değildi. Bağışlanma dilerlerken Allah onlara azap edecek değildir. Onlar Mescid-i Haram’dan (mü’minleri) alıkoyarken ve oranın bakımına ehil de değillerken, Allah onlara ne diye azap etmesin? Oranın bakımına ehil olanlar ancak Allah’a karşı gelmekten sakınanlardır. Fakat onların çoğu bilmez. Onların, Beyt'in yanında duaları ıslık çalıp el çırpmaktan ibarettir. Öyle ise (ey müşrikler) inkâr etmekte olduğunuzdan dolayı tadın azabı." (Enfal 33-35)

Aslında ıslık çalıp el çırpmak ve gürültülü davranışlarda bulunmak tipik bir pagan inancı ritüellerini oluşturmakta. Yine de bu durum da Ana tanrıça rahipleri olan Gallusların imajıyla örtüşmektedir.

“Törenlerini gerçekleştirirken çığlık atarlar. Saçlarını vahşice sallarlar ve bir çok gürültülü enstrüman çalarlar… Tanrıça'nın gezgin rahiplerine karşılık gelen bir Gallus, garip hareketi ve çılgın müziği ile birlikte kadınsı görünümü içerisinde yer almaktadır. Bu şiirde Gallus'a çizilen imaj Hellenistik dönem için onun klişe davranışları ve görüntüsü olmuştur. ( L. E. Roller, a.g.e., s. 230.)”

Ayrıca Dikkat edilirse yukardaki ilk ayette (Enfal -33) şu denilmektedir:

"Oysa sen onların içinde iken, Allah onlara azap edecek değildi. Bağışlanma dilerlerken Allah onlara azap edecek değildir."

Yine bu ayette "emin, güvenilir yer" olgusuna vurgu yapılmaktadır.

Tanrıçanın aşığı Attis'in yeniden diriltilen parmağı:

Tanrıça Kibele ve Attis'in doğuş mitosu hakkındaki bilgileri, Yunanlı ve Romalı yazarların bildirdiklerinden kısıtlı bir şekilde de olsa öğrenebilmekteyiz. Bu anlatımlarda Attis tanrıçaya kendisini adamasından sonra tanrısal konuma ulaşmış bir insan ya da rahiptir. Bu mitoslarla ilgili en detaylı bilgiyi verenlerden birisi de Pausanias’dır (M.S. 2. y.y. sonu). Pausanias bu mitosu şu şekilde anlatmıştır:



 “... Attis’e Ana Tanrıça (Kybele) âşık olur. Attis ona sadık kalacağına söz verir ama Pessinus kralının kızına âşık olur. Attis kralın kızı ile evleneceği sırada düğün konukları arasından Agdistis (Kybele) görünür ve kıskançlığından Attis’i çıldırtır. Dağa kaçan Attis, bir çam ağacının altında kendini hadım eder ve ölür. Kanından menekşeler meydana gelir. Bu yaptığından pişman olan Agdistis (Kybele), Zeus’a yalvarır ve Attis’in yeniden dirilmesini ister. Ancak, Zeus Attis’in bedeninin hiç çürümeyeceğini, saçının hep uzayacağını, yalnızca sağ elinin küçük parmağının hareket edeceğine söz verir. Tanrıça, Attis’i Pessinus’ta gömer ve o her yıl yapılan törenlerde tanrı olarak anılır.” (Pausanias, VII.17.9–12.)

Bu mitostaki iki noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bunlardan birincisi tanrılar tanrısı Zeus’un yapacağı yeniden diriltme olayı, ikincisi ise yeniden dirilteceği Attis’in sağ elinin küçük parmağının hareket etmesine izin vererek parmağını diriltiyor olması. Bu anlatım insanın aklına yeniden diriltme ile birlikte yine bir “parmak” bahsinin geçmekte olduğu Kurandaki bir ayeti hatırlatmaktadır.

"İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanır?”

“Evet bizim, onun parmak uçlarını (parmaklarını) bile düzenlemeye gücümüz yeter." (Kıyame Suresi 3-4)

İnsanlar öldükten sonra tekrar diriltirken onların kemiklerinin bir araya getirilecek olmasını anlamak kolay yalnız kemiklerden bahsettikten sonra birden bire sadece parmaklardan veya parmak uçlarından bahsediliyor olması oldukça tuhaf. Kemikleri biraraya topladıktan sonra herhalde sıra onları ete büründürmeye gelecektir. Bununla ilgili vücudun onca yeri varken neden parmak uçlarından bahsedilmiştir?

Bu tuhaflık en başta Müslümanların dikkatini çektiği için ayette geçen ifade "parmak ucu" şeklinde çevrilip tefsirlerde genelde “parmak izi” olayına atıfta bulunarak açıklama getirilmeye çalışılmıştır. Bu yaklaşımları anlamak güçtür, çünkü birincisi Allah "parmak izi" demeyi beceremeyen bir tanrı mıdır, ikincisi öbür tarafta birilerinin kalabalığa karışıp kaybolması mı söz konusudur.

Bu ayette kastedilen gerçekten de tüm insanların parmakları olabileceği gibi bir başka ayette ceza olarak uygulanması emredilen kesilen parmakların yeniden diriltilmesiyle ilgili de olabilirdi. Aynı şekilde bu anlatım tanrıça motifli geçmiş bir mitostan kalan bir tanrının yeniden diriltme kudretinin bir benzeri, bir uzantısı olarak söylenmiş de olabilirdi.

Ana tanrıçanın sevgilisi Attis’i öldüren domuz:
Ana tanrıça Kibele (Kybele) ve Attis’in birlikteliklerine ilişkin antik Yunan ve Roma yazarlarına ait Lidya versiyonu olarak adlandırılan anlatımda, Attis ile yabandomuzu arasında yakın bir ilişki vardır. Bu hayvan Atys ya da Attis’i öldürür ya da bu hayvanın avlanması sırasında Attis istenmeyen yazgısına yenik düşerek öldürülür. Bu anlatım şeklinde Attis, Kibele’nin aşığı ya da hadım rahibi değil; kral soyundan gelen yaşayan bir kişi olarak görülür.

Herodotos (M.Ö. 5. y.y.); Hermesianax (M.Ö. 3. y.y. başı) ve Pausanias’ın (M.S. 2. y.y.sonu) anlatımına dayanan Lidya versiyonu, bir kralın oğlu ya da rahip olan Attes ya da Atys isimli kişinin kaza sonucu yabandomuzu avı sırasında bir kişi tarafından öldürülmesine ya da arada hiçbir aracı olmadan direk yabandomuzu tarafından öldürülmesine dayanır. Pausanias’a ait olan bir anlatım şu şekildedir.

“Phrygialı Kalaos’un oğlu olan Attes üreme iktidarı olmaksızın doğmuştur. Büyüyünce Lidya’ya gider ve onlara Ana Tanrıça kültünü kabul ettirir. Attes, Ana Tanrıça tarafından o kadar hürmet ve takdir görür ki Zeus bu olaya sinirinden ve öfkesinden Attes’in arkasından ülkeye bir domuz gönderir. Bu domuz birçok Lidyalı ile birlikte Attes’i de öldürür. Bu yüzden Pessinus’taki Galatyalılar domuza dokunmazlar.” (Pausanias, VII.17.9–12.)


Yukarıdaki bilgilerin yer aldığı “Anadolu’da Kibele - Attis Kültü” adlı yüksek lisans tezinde şöyle bir not da düşülmüştür.

“Galatlar’ın et yememesini bu şekilde anlatan bir açıklamanın yapılması ve bu külte girenlerin balık ve yabandomuzu eti tüketmemeleri muhtemelen buradaki anlatımlarda tanrılarını ya da prenslerini öldürdüğü için lanetledikleri bu hayvanın etini yememek için olmalıdır. Ayrıca, bu tanrı ve tanrıçanın toprak ve tahıl ürünleri ile ilişkisini düşündüğümüzde; Attis, tarladaki topraktan çıkan ekinleri, tanrıça da toprak ana olarak Attis’i kucaklayan anneyi, Attis’i öldüren yabandomuzu da tahıl başına gelecek kötülükleri simgelemektedir. Bundan dolayı da bu hayvan verimsizlik ve bereketsizlik getireceğinden istenmeyen bir varlık olmuştur.”

Bilindiği gibi domuz İslam inancında eti yenmesi haram sayılan bir hayvandır. Kuran’da 4 ayette (Bakara-173, Nahl-115, Enam -145, Maide-3) domuz etinin yenmesinin haram olduğu söylenir. Bunlar içerisinden bir önceki ayetiyle Kabe’ye yapılan haçtan bahseden Maide suresinin ilgili ayetleri şu şekildedir:

Maide Suresi:

2-“Ey âmenû olanlar (Allah'a ulaşıp teslim olmayı dileyenler)! Allah'ın (koyduğu) şeriat hükümlerine, Haram ay'a, (hediye olarak Kâbe'ye gönderilen) kurbanlıklara, gerdanlıklı (boyunları bağlı) kurbanlık develere, Rabb'lerinden bir fazl ve (O'nun) rızasını isteyerek, Beyt-el Haram'a gelenlerin güvenliğine saygısızlık etmeyin. Ve ihramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-il Haram'dan alıkoymalarından (çevirmelerinden) dolayı bir kavme beslediğiniz kin, sakın sizi haddi aşmaya sevk etmesin. Birr ve takva üzerine yardımlaşın. Günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah'a karşı takvâ sahibi olun. Muhakkak ki Allah ikâbı (azâbı) şiddetli olandır.”
3-“Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, (henüz canı çıkmamış iken) kestikleriniz hariç; boğulmuş, darbe sonucu ölmüş, yüksekten düşerek ölmüş, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış hayvanlar ile dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar, bir de fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı…”
İncir Ağacı ve Ana Tanrıça (Kibele) Bağlantısı :

İncir ağacı, hoş kokulu olması, meyvelerinin besin değeri, dekoratif görünümü, yapraklarından çıkan sütten ilaç yapılması ve maya kaynağı olmasıyla, Anadolu inanç ve kültürlerini derinden etkilemiştir.

"...İncir (Ficus carica: Karyalı incir) Anadolu Antik Uygarlıkları'nda ana tanrıça Kibele'nin ağacıdır. Girit ve Karya Uygarlığı'nda incir kutsal bir ağaçtı ve ana tanrıçanın kendilerine verdiği bir armağan olarak görülürdü...İncir yaprağı 5 çıkıntıdan oluşur ve insan eline benzer. Anadolu anatanrıçası Kibele'nin simgesi 5 parmaklı eldir ve tanrıçanın kutsal sayısı da 5'tir...Ortadoğu mitolojisinde incir, sapından süt çıkması dolayısıyla doğurganlıkla ilişkilidir.”

Sanat eserlerinde incir yaprağının Adem ve Havva'nın mahrem yerlerini kapaması bir rastlantı olmayıp, bu betimin kaynağı Anadolu'nun paleolitik ve neolitik çağ uygulamalarıdır. İncir de buna bağlı olarak üreme ve doğurganlık kavramıyla özdeşleşmektedir.



Ana Tanrıçanın (Artemis) Gölgesi Altında Dünyaya Geldiği Zeytin Ağacının Kutsallığı:

Kibele’nin Yunan mitolojisindeki karşılığı olan vahşi doğa, avcılık ve ay tanrıçası Artemis zeytin ağacının altında dünyaya gelmiştir. Latin tarihçi Tacitus’un anlatımlarına göre Artemis’in dünyaya geldiği bu zeytin ağacı tanrı tarafından kutsanmıştır. Artemis’i dünyaya getiren Leto Ay Tanrıçasıdır ve Likya (Antalya-Muğla yöresi), Suriye ve Filistin'de Lat adıyla tanınır. Hatta İslamiyet öncesinde Mekke'de Lat adıyla bir ağaç kütüğü olarak kendisine tapılmıştır.

Yunan Mitolojisinde Geçen Zeytin ve Şehir Bağlantısı:

Yunan tanrıçası Athena, Atina kentinin baş tanrıçası ve koruyucusudur, kent ismini de ondan almıştır. En belirgin simgesi yarattığı zeytin olan ve sahip olduğu özellikleri kentle ilgili olan Tanrıça Athena birçok bakımdan Kır Tanrıçası Artemis'in karşıtıdır.


Atina şehri yeni kurulmaktadır ve şehrin tanrısı kim olacağı söz konusu olur. Bütün Olimpos tanrıları bir araya gelirler. Çeşitli yarışmalar sonucunda iki tanrı kalır. Bu iki tanrı Poseidon ile Athenadır. Jüri tanrılar bu şehre en büyük hediyeyi verecek olanı şehrin tanrısı seçeceklerini belirtirler. İlk olarak kendinden emin Poseidon öne çıkar. Üç başlı mızrağını yere vurur ve yer yarılarak bir at ortaya çıkar. Poseidon atı herkese göstererek "Bu evcil bir attır, insanı yorulmadan istediği her yere götürür, onun yüklerini taşır." der. Bütün tanrılar büyülenmiştir bu hayvan karşısında.


Athena ise küçük bir gülücük atar ve ünlü mızrağını yere saplar. Mızrağın saplandığı yerden bir filiz çıkar ve büyür büyür çok güzel bir zeytin ağacı olur. "Bu da zeytin ağacıdır. Meyvesi olan zeytinin saymakla bitmeyen özellikleri vardır. Zeytini insanlar yiyebilirler, yemeklerine katabilirler. Yağını yapıp, yakarlar, geceleri aydınlatırlar. Yemeklere dökerler, çok güzel lezzetler elde ederler. Aynı zamanda bozulmaz, ve bozulmasını istemedikleri yiyecekleri saklarlar. Ve böyle faydaları daha da sayılabilir." der zeki tanrıça. Bütün tanrılar bakakalmıştır bu ağaca. Hepsi tebrik eder Athena'yı, artık şehir ona aittir. Şehrin ismine de Atina denecektir bundan sonra. Poseidon ise, belki de bir tanrıçaya yenilmekten, tüm siniriyle üç başlı mızrağını dağa fırlatır. Dağa saplanır mızrak, hala mızrağın izinin orda olduğu söylenir. Ayrıca Athena'nın o meşhur ağacının da Atina'daki akropoliste portikonun yanında duran zeytin ağacı olduğuna inanılır. Barışın sembolü zeytin ağacı yerleşik kültürün ve bereketin de temsilcisi olmuştur artık.


Bu mitolojik anlatımda görüldüğü gibi oldukça önemli bir şehrin sahibi ve koruyucusunun belirlenmesinde ve o şehirde yaşayanların bundan faydalanıp korunmasında zeytin ağacı temel bir görev üstlenmiştir. Eski Yunan’da zeytin ağaçları kutsal sayılmış hatta bu ağaçları kesenlere cezalar dahi öngörülmüştür.

Dağlarda ve ormanlarda mekan tutan ana tanrıça:

Tin suresinin ikinci ayetinin meali Diyanet tarafından “Sinâ dağına andolsun!” diye çevrilmektedir. Yalnız buradaki kast edilen dağın Sina dağı olup olmadığı konusunda tefsirciler arasında farklı görüşler bulunmaktadır. Farklı tefsircilerce ayette geçen “Sînîn” kelimesinin şu anlamlara geldiği belirtilmiştir: “Sina dağı”, “mübarek dağ”, “güzel dağ”, “kendisinde meyve veren ağaç bulunan herbir dağ”, “ağaçlar dağı”.

Bu açıklamalarda dikkat çekici olan “ağaç” vurgusunun yapılmış olması. “Ağaçlı dağlar” tabirini ormanlar olarak kabul etmek sanırım yanlış olmayacaktır. Dağların “ağaçlı” olması özellikle belirtilmek istenmiş gibidir. Bunun dışında sadece “Sina Dağı” açıklamasını ele alacak olursak orada da yine bir “ağaçla” karşılaşılacağı unutulmamalıdır. Sina dağı Musa'nın Allah ile konuştuğu ve On Emir'i aldığı yer olarak bilinmektedir:

“Mûsâ, ateşin yanına gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle seslenildi: “Ey Mûsâ! Şüphesiz ben, evet, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.” (Kasas Suresi -30)

“Dağların Anası” olarak da tapınılan Ana tanrıça inancıyla ilgili yapılan anlatımlarda tanrıçanın yüksek dağ tepelerine ve karanlık orman köşelerine özel bir tutkusunun olduğu belirtilmektedir. Romalı şair Catullus’un yapmış olduğu anlatımlarda ana tanrıçanın karanlık orman köşelerine duyduğu özel ilgisine yer verilmiştir. Yine Catullus tarafından yapılan bir anlatımda tanrıçanın mekanının ormanlık oluşundan bahsedilmektedir:
Kibele Kabartması

"…Attis, derin denizleri hızlı gemiyle aştı. Sabırsız tez adımlarla Phrygia ormanlarına ulaştı ve tanrıçanın ormanlık mekanına girdi. Orada, çılgın öfkenin dürtüsüyle esrimiş, kesip attı keskin çakmak taşıyla kasıklarından ağırlıklarını... lekeledi taze kanla toprağı; hızla kaptı sonra, karbeyazı elleriyle hafif tefi, senin tefini, Kybele, senin gizemlerini. Haydi Galluslar... gidin Phrygia ormanlarına kadar, orada ziller çalar, orada tefler yankılanır, Phrygialı kavalcı üfler derin derin eğri kamışına orada... Maenaslar sallarlar şiddetle sarmaşık taçlı başlarını, orada tiz ulumalarla kutlarlar dinsel şenliklerini.”

Mitoslar dışında, arkeolojik verilerden de yararlanmak Ana Tanrıça kültünün Filistin’de de görüldüğünün kanıtlanması açısından önemlidir. Bunun için, günümüzde dahi kendini heybetli bir şekilde gösteren Sion Dağı bize bazı ipuçları sunar.


Kudüs kentinde, Haram-i Şerif’in üzerine oturduğu dağın bu bölgeye tek tanrılı dinler gelmeden önce ve tek tanrılı dinler döneminde kutsal olduğu söylenmektedir. (Işık F., “Doğa Ana Kubaba: Tanrıçaların Ege’de Buluşması”, 1999: 1.)

Eski Ahitte, Zekeriya bölümünde, 8. kısımda; RAB, o dönemin Kudüsünde varlık gösteren tanrıyı kıskandığını belirtirken Kudüs’te bir dağa kutsal görülerek tapınıldığını da belirtmiş olur:

“… Sion’a döndüm, Yereşalimin (Kudüs) içinde oturacağım ve Yereşalime (Kudüs), gerçekler şehri, ve ordular RABBİ’nin dağına, Mukaddes dağ denilecek.”

Böylece, çok tanrılı dinler zamanında, Sion Dağı’nın kutsal sayıldığını ve dağların hakimesi Ana Tanrıça Kybele’nin bir benzerinin Kudüste var olduğunu anlayabiliyoruz. Arapçada dağ anlamına gelen Cebel sözcüğünün de Kybele’den türeyip türemediği, merak konusudur. (Yavuz Y., “Eski Anadolu’daki Dinsel İnançların Günümüz Toplumlarına Etkileri”, 2002: 133.)

---0---

Bu bilgileri edindikten sonra Allah’ın kendi suresine neden birden bire zeytine ve incire and içerek başlayıp daha sonrasında “güvenli” Mekke şehrinden bahsettiğini daha iyi anladım. Son olarak şunu sormak istiyorum; biliyoruz ki Kibele “tanrıların anası” demek, Kuran’da Mekke’ye neden bütün şehirlerin “annesi” denmektedir?

“Böylece şehirlerin anası olan Mekke’de ve çevresinde bulunanları uyarman, şüphe götürmeyen toplanma günü ile uyarman için sana Arapça okunan bir Kitap vahyettik.” (Şura -7)

EK 1:

Kibele ana tanrıçasının analığı, üremeyi, dişiliği, hayatın sürmesini ve dolayısıyla bereketi simgelediğinden bahsetmiştik. Bu dişi tanrıca inanışının Arap yarımadası ve Kabe’deki kara taş kutsaması ile olan bağlantıları konusunda birkaç bilgi daha vermek istiyorum.

Kibele tanrıçasını Arap yarımadasındaki benzeri el-Lât (Al Laht) yani Lât adlı tanrıçaydı.

“Kuranda’da adı geçen tanrıça Lat İslam öncesi Arabistan'daki kader- kısmet veya bereket tanrıçasıdır. En büyük tapınağı Taif'te bulunuyordu. Mekke Medine arasında bir yer olan Kudayd kasabasındaki tapınakta ise kendisini temsil eden bir “Kara taş” bulunurdu. İslam öncesi dönemde Mekke'nin üç baş tanrıçasındandır. Bu üç tanrıça Mekke'lilerin inancına göre Tanrı'nın kızlarıydı. Petra'lı Nabatlılar tarafından da tapınılan Lat, Nabatlılarca Yunan Athena ve Roma'lı Minerva ile denk tutulmuştur. Hişam bin el-Kalbi tarafından yazılmış Putlar Kitabı`na (Kitab el-Esnam) göre, İslam öncesi dönemde Araplar onun Kabe'de yaşadığına inanırlardı ve Kabe'de ona ait bir put bulunurdu.”

Nebatiler 1. yüzyılda Fırat ırmağından Kızıldeniz'e kadar uzanan ve Suriye ile Arabistan arasındaki sınır bölgesindeki vahalardaki yerleşimleri kapsayan ve "Nebate" ismi verilen alanda yaşayan kadim semitik, güney Ürdün'lü, Kenan'lı ve kuzey Arabistan'lı Araplardı. Bu arapların Lat tanrıçasını Yunanlı Athena tanrıçasıyla denk tuttuklarına ilişkin yukarda geçen bilgi dikkat çekici. Tanrıça Athena'nın zeytini yaratarak adının verildiği Athena şehrine sahip olduğundan bahseden mitolojik anlatıma daha önce değinmiştik. 

Bu ara bir noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. Bilindiği gibi "Harem-i şerif" tabiri “şerefli harem” anlamına gelmekte olup Kâbe ile civarları için kullanılmaktadır. Ne tesadüftür ki bu tabir aynı zamanda büyük islâm konaklarında bulunan “kadınlar” dairesi için de kullanılmaktadır. Bir ana tanrıça bağlamında ele aldığımız Kabe ve çevresi için kullanılan bir tabirin kadınlara ait bir yer adı olarak da kullanıla gelmiş olması sanırım tarihin bir cilvesi olsa gerek.

Gerek Kibele gerekse Lat tanrıçalarının mahsüllerin ve bereketin sembolleri olduğuna da değinmiştik. Bu tanrıçanın ana niteliği örneğin Romalılarca Ana (Mater) ve Alma (Besleyici) sözcükleri ile gösterilmiştir. Kuran’da Kabe’den veya onun bulunduğu Mekke’den bahseden bazı ayetlerde aynı zamanda bir bereketlendirme, rızıklandırma mevzusu da geçmektedir :

“Hani İbrahim, “Rabbim! Bu şehri güvenli bir şehir kıl. Halkından Allah’a ve ahiret gününe iman edenleri her türlü ürünle rızıklandır” demişti….” (Bakara -126)

“Onlar, “Sizinle beraber doğru yolu tutarsak, kendi yurdumuzdan koparılıp çıkarılırız” dediler. Biz onları tarafımızdan bir rızık olarak, her türlü meyve ve mahsullerin kendisinde toplandığı, saygın ve güvenlikli Harem’e yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.” (Kasas -57)

“Hani biz İbrahim’e, Kâbe’nin yerini, “Bana hiçbir şeyi ortak koşma; evimi, tavaf edenler, namaz kılanlar, rükû ve secde edenler için temizle” diye belirlemiştik. İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler. Gelsinler ki, kendilerine ait birtakım menfaatlere şahit olsunlar ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin.” (Hac 26-28)

EK-2:

Konuyla ilgili yeni bulduğum birkaç bilgi daha oldu. Prof. Dr. Ömer ÇAPAR’a ait "Roma Tarihinde Magna Mater (Kybele) Tapınımı" adlı makalede dikkate değer güzel bilgiler yer almakta. Bu makaleye internet üzerinden de ulaşabilirsiniz. Makalede şu bilgiler verilmekte:

"Kibele tanrıçasının gerek Roma'ya getirilmesi olayı gerekse Roma surları içindeki yaşamı, Lâtin yazarları ve düşünürlerini çeşitli yönde etkilemiştir. Bu konuda verilen bilgiler hem tanrıçanın ismini açıklamaya yöneliktir ve hem de tapınınım kökeni ile önemini aydınlatmada yararlı olmaktadır. Örneğin, 5. yüzyılda yaşamış Romalı yazar Martianus Capella; Kybebe sözcüğünü ele alınarak onun Grekçe Kubos (= geometrik anlamda küb) sözcüğünden çıkmış olduğunu belirtmiştir."

Kibele sözcüğünün kökeni hakkında başka iddialar da dile getirilmiş. Ancak oldukça eski tarihli bu iddialardan birisinin "küp" sözcüğüyle ilgili olması akıllara ister istemez Kabe’nin küp şeklinde olan mimari yapısını getirmektedir.

İkinci olarak paylaşmak istediğim bilgi ise Romalılarca uygulanan Ana Tanrıça bağlantılı boğa ve koç kesme ayinlerine ilişkin. Makalede bu kurban ayinlerine ilişkin olarak şu bilgiler verilmektedir:

"Bunlardan başka, senelik festivalin parçası olmayan ve fakat büyük önemi olan bir âyin de aurobolium (Boğa kurbanı) ve bunun değişik biçimi olan Criobolium (Koç kurbanı) idi. Seremoninin ortaya çıkışı, M.S. 105 senesine ait Pergamum'dan ele geçen bir yazıtta ilk kez görünür ve kutlama ile ilgili en eski belge niteliğini taşır. Yazıtta Dea Celestis tapınımı hakkında bilgiler vardır. Herhalde bu tanrıça, Kybele ile eşimseniyordu. Taurobolium'un İtalya'daki varlığı ise Neapolis (Napoli)'de bulunan M.S. 133 senesine ait bir yazıtla kanıtlanmıştır. M.S. 160 senesinden M.S. 390 senesine değin Galya, İtalya, İspanya, Afrika, Hellas gibi yerlerden ele geçmiş yüz kadar yazıtta Taurobolium'a ilişkin kayıtlara rastlıyoruz. Geç devir Roma yazarlarından Prudentius (M.S. 348- M.S. ca. 418)'da bu seremoninin nasıl yapıldığı gayet canlı bir biçimde anlatılmıştır. Genel çizgileriyle bu seremoni, üzeri delikli kalaslarla kapalı bir çukura inen başrahibin, kalasların üstünde kesilen boğanın kanıyla banyo yapması idi. Çoğu kez böyle bir seremoniyi düzenleyen kişi bir de bunun anısı olarak altar dikerdi. Seremoni sadece Taurobolium'dan oluşuyorsa altar genellikle tanrıçaya, Criobolium (Koç kurbanı) Taurobolium (Boğa kurbanı) ile birlikte yapılıyorsa altar hem Magna Mater'e ve hem de Attis'e sunuluyordu. Fakat boğa birincisine koç ikincisine kurban ediliyordu. Böyle bir kan banyosunun anlamı, Eski Doğudaki en eski uygulaması içinde, bu banyoyu yapan ve o dine girmeye aday olana kurban hayvanının kuvvetini aktarmayı amaç edinmiş olarak tanımlanıyorsa da yazıtların gösterdiği gibi, manevi bakımdan temizlenme ve hayata ilelebet yeniden doğuşu (İn aeternus renatus) sembolize etmektedir. Bu bakımdan monoteist dinlerdeki inananlara mükafat olarak vaat edilen ebedi yaşam motifine benzerlik göstermektedir."

Bu bilgileri okuyunca da insanın aklına tabi ki Kabe’nin tavaf edildiği haç esnasında yapılan kurbanlar gelmekte.

"Hac kurbanı, Harem Bölgesi sınırları içerisinde, bayramın birinci günü tan yerinin ağarmaya başlamasından itibaren kesilir. Hac kurbanının etinden sahibi dahil herkes yiyebilir. Temettu ve Kıran haccı yapanlar, Kurban kesme imkânı bulamazlarsa bunun yerine on gün oruç tutarlar. Bu on gün orucun üç günü, hacdan önce ve hac ihramına girdikten sonra (Mekke'de) tutulur."

Hacda kurban kesme mevzusu Kuran’da da bizzat geçmektedir.

"İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen argın develer üzerinde sana gelsinler. Ta ki kendilerine ait bir takım yararları yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günler de Allah'ın ismini ansınlar. Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin. Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine getirsinler ve o Eski Ev'i (Kâbe'yi) tavaf etsinler." (Hacc 27-28-29)

(Romalılara ait bu kurban törenlerine ilişkin http://en.wikipedia.org/wiki/Taurobolium linkine de bakılabilir.)

Ek-3:

http://www.ateistforum.org/index.php?showtopic=34302 adresinde Notamatik adlı üyenin yazmış oldukları Allah kelimesinin Tanrıça kavramı ile olan bağlantıları üzerine. Bu bilgiler başlığımda dikat çekmek istedğim hususları destekler mahiyette:

Allah kelimesinin kökeni!

İslam dışı kesimler tarafından, Allah kelimesinin kökenine dair, "El-İlah" ve "Al-İlah" adlı Ay tanrısı adları ortaya atılmış ve Allah kelimesinin kökeninin bu olduğu söylenmiştir. Bunu ilk olarak kimin ortaya attığını bilmiyorum fakat bu yanlıştır. Tarihte hiç bir zaman "El-İlah" veya "Al-İlah" adında bir tanrı oluşmamış ve böyle bir ad ile herhangi bir tanrıya tapılmamıştır.

Bu iddiaya bir zamanlar ben de inanmıştım fakat iyice araştırdıktan sonra gördüm ki, bu içi boş bir idddiadır. İşin garip tarafı ise, bazı İslamcı yazarlar, bu iddiayı yutmuş ve buna karşı savunmaya geçmişlerdir. Ve "Al" ve "El" kelimelerinin Arapça'da, İngilizce'deki "the" artıkelinin karşılığı olduğunu, İlah kelimesinin ise, Arapça'da tanrı manasına geldiğini ve dolayısıyla Allah kelimesinin kökeninin bu olmasının normal olduğunu" söyleyerek yanlışın üstüne yalan katmışlardır. Bu da bize gösteriyor ki, bütün din alimleri, yanlış veya doğru bütün eleştirileri, uydurma ve yalan savunmalarla cevaplamaktadırlar. Zaten dinleri bu günlere kadar taşıyan ve ayakta durmasını sağlayanlar, şimdiye kadar sayıları milyonları bulan bu din tüccarları değil midir? Elbette malının kötülenmesine karşı çıkacak ki, müşterisi azalmasın.

Herşeyden evvel, Arapça'daki "El" ve "Al" ekleri İngilizcedeki "the" sözcüğünün karşılığı filan değildir. Eğer böyle olsaydı, Kuran denmez, "El Kuran" veya "Al Kuran" denirdi; tıpkı İngilizcede "the Quran" dendiği gibi.

İngilizcedeki "the" artikeli manasız bir sözcük değildir. Onun manası şunlardır: "şu bildiğimiz" , "hani şu malum" , "hani şu herkesin bildiği" .

Örnek olarak "on the table" dediğiniz zaman bunun manası "hani o masa var ya! İşte onun üstünde" cümlesidir. "On a table" derseniz, "bir masanın üstünde" anlamına gelir ve bu durumda o kişi o masanın hangi masa olduğunu bilmiyordur. Başına "the" koyduğunuz zaman, "şu bildiğimiz masa" , "hani şu malum masa" , "hani şu herkesin bildiği masa" olur. Başka bir örnekle, Hitap edilen kişi, bahsedilen kişiyi mutlaka tanıyorsa veya bahsedilen kişi insanların çoğunluğu tarafından tanınıyorsa, isminin başında the the kullanılır ki o isim bir başkası ile karıştırılmasın. Eğer "Al" ve "El" ekleri, the ile aynı anlamda artıkeller olsalardı, Muhammed için de "El-Muhammed" veya "Al-Muhammed" denmesi gerekirdi.

Al ve El sözcükleri Arapça filan değildir. Bunlar İbranice de vardır ve İbranice de değildir. Bu sözcükler Sümer ve Babil dillerinden İbranice ve Arapçaya girmiştir ve artıkel filan da değillerdir. Onların manası şudur: Tanrı.

Evet, "al" ve "el" kelimelerinin manası tanrı'dır. Örneğin Babil dilinde, "Ba-al" adlı tanrının adının manası; "Bağ tanrısı"dır". Babil'in meşhur asma bahçelerini korumakla görevli bağ tanrısıdır. Asıl adı ise "Bağ-Al" dır.

Bu al ve el kelimeleri Yahudilerin Babiller ve Sümerler ile olan yoğun teşviki mesaileri sırasında İbraniceye girmiştir. Ve normal olarak da, aslen Yahudi olan Araplara da, onların esas dili olan İbraniceden geçmiştir. Bu kelimeler hangi kelimelerin başlarına eklenmiştir? Başta ithal ettikleri tanrıların adları olmak üzere, Sümer ve Babilden aldıkları kutsal isimlerin bazılarının başlarına geçmiştir. Bunların çoğunluğu tanrı ve tanrıça adlarıdır.

Al ve el kelimeleri sadece tanrı manasına gelmez, aynı zamanda da yüce, ulu gibi manalara gelir. Hatta bu kelimeler, insan isimlerinin başlarına da takı olmuştur. Çünkü o dönemler, tanrılaştırılmış kutsal rahipler ve hükümdarlar çoktu.

Ara not: Şimdi kimileri yine Arapça düşünmekten kopamayarak; "Allah kelimesi İlah veya İlou kelimesinden türemiştir" diyecekler. Arapça düşünmekten kurtulamazlar çünkü Arapça yüzyıllardır millete dünyanın en eski ve en mükemmel dili olarak anlatılmıştır. Bu bir yalandır. Arapça tam aksine Dünyanın en yeni ve en ilkel dilidir. Çünkü İbranice dilinin dejenere olmuş halidir. (Bunu tartışmayalım çünkü tartıştık ve başlık konusu bu değil) Biz burada Arapça'sından değil, Sümer, Babil, Akad gibi, Araplardan ve Arapça'dan binlerce yıl önceki dillerden bahsediyoruz.

Aşağıda, Sümer ve Babil'den ithal bazı tanrıların adlarını görüyorsunuz:

Al-Lat
Al-Uzza
Al-Menat
Al-Mah
Al-Qaum
Kıb-el-La
She-el-la(Şila veya Şi-el-la veya She-Al-lah olarak da okuyabilirsiniz)
Hub-al
Ba-al

Bu örnekler daha da çoğaltılabilir.

El ve Al kelimeleri, bu gün halen İbranice'de "tanrı" manasında kullanılmaktadır.

http://en.wikipedia.org/wiki/El_%28deity%29

Hatta El veya Al kelimesinin yanına hiç bir şey ilave edilmediğinde, "tanrıların babası" yani "baba tanrı" manasına gelmektedir. Zaten ki sadece İbranice'de değil, Sümerce, Akada'ca, Babil dilince ve eski mısır dillerinin bazılarında, al ve el kelimeleri tanrı manasındadır, hatta baş tanrı manasındadır. Francois Lenormant, "Chaldean magic and its origin and development" adlı kitabında, Al kelimesinin tanrı manasında olduğunu, hiç bir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde detaylarıyla anlatıyor.

Allah kelimesindeki "Al" hecesini açıkladık. Şimdi geçelim "lah" hecesine. O hece aslında "lah" değil, "la" hecesidir. İbranice ve Arapçaya "lah" olarak girmiştir. Bazı diller, sonlarında H olan kelimeleri ithal ederken, onu konuşurken yuta yuta bir zaman sonra yok ederler. Arapça ve İbranice'de ise tam tersine, bazı kelimelerin sonlarına H harfi eklerler. Çünkü bu dillerde H harfi bir ayraç gibi kullanılarak, üstüne vurgu yapılarak kullanılır. Hata bazen agh gibi, gırtlaktan çıkarılarak iyice vurgulanır. Bu diller için boşuna yallah, fellah, vallah dili dememişler. Çünkü çok sayıda H harfi işitilmektedir.

Allah kelimesinin esası "AL-La" dır. "EL-La" veya "EL-Le" de diyebilirsiniz. Çünkü sadece lehçe farkı yapmış olursunuz.

La hecesi ise dişilik ekidir. Sümer ve Babil kaynaklı bazı tanrıçaların ve hatta bayanların isimlerin sonlarına eklenir. Örnekler:

Sinder-el-la
Mu-Al-la
Raffe-el-la
Ley-la
Sühey-la
Gabri-el-la
Annabel-La

Şimdi "Al" ve "La" hecelerini toplayalım. Al+La=Tanrıça.

Üzüldünüz değil mi? Boşa gitti bunca namaz, bunca oruç, bunca Fellah korkusu? Hacı mısın? Hoca mısın? İmam mısın? Eyvah, ne olacak şimdi? Ya bu yazıyı müşterilerin okursa? Gitti paralar pullar, bağışlar, el ayak öpmeler. Haydi bakalım şimdiden başla kılıf üretmeye. Aynı "El-İlah" iddiasına uydurduğun yalanlar gibi, buna da yalanlar uydur, nasıl olsa mesleğin yalancılık. Ama telaşlanma, beyinleri daha bebekken yıkadığın için, senin cahilleştirdiğin müşterilerin benim bu yazdığım gerçeklere değil, senin yalanlarına inanmak için programlanmış. İşin o kadar da zor değil yani.

Devam edelim:

Nitekim bu "Ella" veya "Alla" sözcüğü, pek fazla kullanılmayan bir sözcük olsa bile halen İbranice'de manası "tanrıça" olarak kalmıştır:

El-La: אלה

Kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/Ella_%28name%29

"La ilahe il Allah" diyenler aslında "tanrıçadan başka tanrıça yoktur" diyorlar. Çünkü Al-Lah zaten üniversal dilde tanrıça demektir. "İlahe" ise Arapça'da tanrıça demektir. Kimileri "tanrıça" kelimesinin Arapça'da karşılığının "elahim" olduğu yalanını söylese de, elahim, İbranice'deki "Elohim" kelimesidir ve her iki dilde de "tanrılar" manasına gelmektedir. Bu cümledeki manasızlığın sebebi ise, Al-La kelimesinin Arapça'ya en az 500-600 yıl ara ile iki kere girmiş olmasıdır. İlk girişinde değişime uğradı ve sonra başka bir kelimeymiş gibi gibi tekrar girdi ve o dönemin Arapça'sına uygun olarak tekrar değişime uğradı.

"La ilahe il Allah". Yani bir değil iki kere tastikli tanrıça.

Yahudiler, tüm orta asya ve Anadolu'nun ana tanrıçası olan Kıb-El-Le'yi, Kab-Al-Lah olarak telahfus ederek tanrıları arasına kattılar. Fakat onu fazla önemsemediler. Çünkü Yahudilerde tanrı ve tanrıçadan bol bir şey yoktu.(*1)

Arapoğulları'nın Kıb-El-La'yı önemsemiş olması gayet doğaldı çünkü yeni kurulan milletler tek bir tanrı ile inşaa olur. Çünkü şimdilerde bile geçerli olduğu gibi, o zamanlar da birleştirici etki, tanrı ve din idi. Bu yüzden, doğal olarak çok tanrı üzerine bir millet kurmak, zorlu bir yönetim oluşturacağından imkansıza yakındır.

Al-la veya Al-lah Yahudiler ve şimdiki Araplarda farklı manalarda kullanılır. Çünkü aslen eski Yahudilerden bir soy olan Araplar, Sümerlilerin ana tanrıçası Kıb-El-La'yı ana tanrıça edinmişlerdi. Ana tanrıça edindikleri için ise, başındaki kıb hecesine gerek duymamışlardır. Çünkü Al-La veya El-La veya El-Le kelimesi, zaten tanrıça demekti. Fakat şimdiki Yahudiler olan Israiloğulları bunu yapmadılar çünkü onlar Kıb-El-La'yı ana tanrıça edinmediler. Zira onların tanrıları ve tanrıçaları çoktu. Diyebilirsiniz ki, "Arapların da tanrı ve tanrıçaları çoktu". Evet ama Kıb-El-La'yı ana tanrıça edindiklerinde, onun eş değerinde başka bir tanrı veya tanrıçaları yoktu. Diğer tanrı ve tanrıçaları daha geç dönemlerde ithal edilerek önem kazanmaya başladı. Kabe'de o dönemlerde baş put'un Allah olmasının sebebi budur. Çünkü o, Arap milleti ortaya çıktığında onların ilk tanrıçaları idi.

Allah da aslında Ay kökenli bir tanrıçaydı. Çünkü Mezapotamya ve anadolu'nun ay tanrıçası Kıbele(Kıble)'den devşirmedir. Daha sonraları ataerkil dinlerin etkisiyle melezleştirilerek cinsiyeti yok edildi. Özellikle İslamın gelişiyle tamamen erkek hüviyetine büründürüldü ve cinsiyeti de inkar edilmeye başlandı.

Allah(Kıble,Kıbele) neden Ay kökenlidir? Ay'ın manası nedir?

Bilinç insanoğlu'nun ortaya çıkışından çok sonra başladı. Ancak, bilinç başlar başlamaz aniden şimdiki seviyesinde ortaya çıkmadı. Dolayısı ile, insanoğlu yarı bilinçli, hatta az bilinçli dönemlerini de yaşadı. Yani, seviye bakımından, şimdiki hayvan ve insan arası birşeydi.
Kendinizi o dönemde doğmuş yarı bilinçli, zekası kıt bir insan olarak düşünün. Kendinizin hakkında hiç birşey bilmediğiniz bir gezegende buluyorsunuz. Böyle bir ortamda, o kıt zekanızla bile olsa, ilk gözlemlemeye çalışacağınız şeyler, yeryüzündeki canlılar ve gökyüzündeki yıldızlar, gezegenler olacaktır. Çünkü ilk dikkat çekecek olanlar bunlardır.

Yıldızlar taşlar gibi ölü değildi, onlar hereketliydi. Bir görünüp bir kayboluyorlardı. Bunların içinde en hareketli olanları Güneş ve Ay idi. Aynı zamanda da onların gözünde, gökyüzündekilerin en büyük olanlarıydı. İşte bu yüzden, yıldızlar canlı olmalıydı.

Hele ki; bazen yarım ay olup, şekilden şekile giren, bazen büyüyüp, bazen küçülen Ay, mutlaka canlı olmalıydı, Ayrıca Ay, hem ışık veriyor, hem de doğarak, batarak çok uzun bir mesafede hareket ediyordu. O mutlaka canlı olmalıydı. Pekiyi ya Güneş? O en koskoca olanı? Ne kadar ilginç bir şey o değil mi? Bazen ormanlar yanarken çıkan o sıcak ve sarı şeyden yayıyordu.(Alev)

Bu çok büyük bir etkinlik; koskoca dünyayı ısıtıyor, bitkileri yeşertiyordu. O da Ay gibi çok fazla hareket ediyordu. Evet evet, o mutlaka canlıdır. Canı ne zaman isterse o zaman ısıtıyor, bitkileri canı istediği zaman yeşertiyor. Kızdığı zaman, ormanlara o sarı ve sıcak şeyden gönderip yok ediyor.

O, o sarı şeylerden bizim üzerimize de gönderiyor. Demek ki bizi görüyor ve biliyor. O sarı ve sıcak şeyleriyle bazen bizi bunaltıyor, ceza veriyor, bazen ise soğuk kış aylarında bizi bunaltmadan ısıtıyor, üşümekten kurtarıyor. Evet, evet bütün bunları yapan, bizi tanımıyor olamaz, hele hele ölü hiç olamaz.

Ay da geceleri o sarı şeylerden gönderiyor ama onunkiler sıcak değil. Fakat bize yol gösteriyor. O ikisi neden hep buradalar? Neden başka yerlere gitmiyorlar? Gitseler bile geri geliyorlar? Neden bizlerle ve bizim Dünyamız ile bu kadar ilgileniyorlar? Yoksa burası onların mı? Güneşin o sarı şeylerden gönderdiği bitkiler, onun kendi bitkileri mi? O yüzden mi onları yeşertip yaşatıyor? Kendi bitkileri olduğu için mi? Ama bize de o sarı şeylerden gönderiyor? Bizimle de ilgileniyor. Yoksa biz de mi onunuz?

Onlar çok güçlü, hiç düşmanları yok. Şimdiye kadar onlardan daha güçlü bir şeyin onları kovaladığını veya avladığını görmedik.

Pekiyi ya yıldızlar? Onlarda da var o sarı şeylerden. Onlar kim? Olsa olsa o iki tane büyük şeyin çocukları olabilirler. Acaba bu iki şeyden hangisi dişi? Olsa olsa o geceleri çıkan dişi olabilir. Çünkü o daha küçük ve daha az güçlü. O büyük olanı ise çok büyük ve çok güçlü. O sarı şeylerden en çok onda var. Demek ki o da erkek olanı.

İlk bilinç başladığında, işte buna benzer, ilkel ama çok da mantıksız olmayan düşünceler ürettiler. Ve bunun neticesinde, Güneş ve Ay'ı efendileri olarak kabul edip, onlara tapınmaya başladılar. İnsanoğlunun ilk tapındığı şeyler, Güneş ve Ay'dır. Bütün diğer tanrılar bunlardan türemiştir. Çünkü doğaya gözle görülür bir biçimde en çok etki edebilen bu ikisi idi. Doğayı yönetiyorlardı.

Allah kelimesinin manasının tanrıça olduğunu anlattık. Pekiyi ama onun bir de simgesi olması gerekmiyor mu? Evet gerekiyor. Yukarıda ne demiştik? "İlk tanrılar Ay ve güneş idi" demiştik değil mi? Allah bir tanrıça olduğuna göre, onun simgesi ne olabilirdi? Elbette ki çoğu tanrıça figürlerinde olduğu gibi, onun da simgesi Ay olacaktı. Çünkü ilkel insanlardan başlamak üzere binlerce yıl güneş ve Ay'ı canlı sandılar, ve Ay'ın dişi, Güneş'in ise erkek olduğunu, yıldızların ise onların çocukları olduğunu düşündüler. İşte bu yüzden Allah'ın simgesi Ay'dır..... (Alıntı, Kaynak : Normatik)