29 Nisan 2012 Pazar

Musa'nın seçtiği peygamber!


Harun, Musa peygamberin kardeşi olarak Kuran’da adı geçen peygamberlerden birisidir ama Tevrat’ta peygamber olarak geçmez. Harun’un nasıl peygamber olduğu Kuran’da şu şekilde anlatılır:

"Yüce Allah Hz. Musa'ya emretti: "Firavun'a git, çünkü o azdı" (Tâhâ, 20/24).

"Musa Peygamber "Rabbim, beni yalanlamalarından korkuyorum" (Suarâ, 26/ 12),

"Kalbim sıkılır, dilim açılmaz olur. Onun için Harun'a da Peygamberlik ver" (Suarâ, 26/l3),

"Bir de onların aleyhimde de bir kısas davaları var, bu sebeple beni öldürmelerinden korkarım" (Suarâ, 26/14),

"Bana ailemden bir vezir ver. Biraderim Harun'u. Onunla arkamı kuvvetlendir. Onu içimde ortak kil. Ta ki seni çok çok tesbih edelim ve seni çok çok zikredelim. Şüphesiz sen bizi hakkıyla görensin" (Tâhâ, 20/29-35) dedi.

Allah, Musa'nin bu duasını kabul etti. "Ey Musa! istediğin sana verildi" (Tâhâ, 20/36) buyurdu. Böylece Harun'a da peygamberlik verildi.


Demek ki Musa peygamber firavundan korkup tedirgin olmasa Harun'un peygamber falan olacağı yok. Koskoca Allahın elçisi olmak, onu temsil görevine seçilmek bu kadar kolay bir şey mi? Resmen Allah’ın temsilcisi yerine Musa peygamberin temsilcisi seçilmiş. Diyelim ki illa bir yardım olmalı, Musa peygambere yardımcı olabilmesi için illa Harun’a bir peygamberlik mi verilmesi lazım, peygamberlik verilmeden de yardımı sağlanamaz mıydı?

(Yeryüzündeki gelmiş geçmiş her topluma bir peygamber gönderildiği söylenir, Ortadoğu topraklarının dışındaki toplumlarda benzer tek bir peygambere dahi rastlanmazken aynı kavime aynı zamanda iki peygamber gönderilmesi de tuhaf kaçıyor.)

İkincisi; Musa peygamberin karşısında alemleri var eden koskoca Allah var, onunla muhatap oluyor, ondan bir yardım dileyeceğine kendisi gibi onun yarattığı bir başka kuldan neden medet umuyor?

Musa peygamber, firavuna gitmesini isteyenin zaten Allahın kendisi olduğunu, dolayısıyla başına ne gelecek olursa olsun onun bilgisi dahilinde olacağını düşünemiyor mu?

Şimdi mümin arkadaşlara şunu sormak istiyorum; her şeyin sahibi olan Allah sizi kendisine elçi seçse ve siz de bir kafirle yüzleşmeye gidecek olsanız, gitmeden önce “Allahım kardeşimi de yanıma alayım benim dilim tutulur ya da belki beni öldürürler korkuyorum” der misiniz?

Demezseniz siz mi daha “müslüman”sınız yoksa Musa peygamber mi?


Mevzuyu anlamak için Tevrat'a bakmak gerekiyor. Tevrattaki anlatıma baktığımızda olayın daha kabul edilebilir bir şekilde anlatıldığını görmekteyiz.

Tevrat'taki anlatımda Kuran'daki gibi Harun'un peygamber seçilmesini Musa'nın Allah'tan istemesi diye birşey söz konusu değildir. Musa sadece kendi durumunu Allah'a bildirir. Allah da bunun üzerine Harun'u kendisinin değil firavunun karşısında Allah gibi yaptığı Musa'nın bir elçisi, peygamberiymiş gibi görevlendirir.

Tevrat Çıkış 4 (10-17)

"Musa RAB’be, “Aman, ya Rab!” dedi, “Ben kulun ne geçmişte, ne de benimle konuşmaya başladığından bu yana iyi bir konuşmacı oldum. Çünkü dili ağır, tutuk biriyim.”

RAB, “Kim ağız verdi insana?” dedi, “İnsanı sağır, dilsiz, görür ya da görmez yapan kim? Ben değil miyim?

Şimdi git! Ben konuşmana yardımcı olacağım. Ne söylemen gerektiğini sana öğreteceğim.”

Musa, “Aman, ya Rab!” dedi, “Ne olur, benim yerime başkasını gönder.”

RAB Musa’ya öfkelendi ve, “Ağabeyin Levili Harun var ya!” dedi, “Bilirim, o iyi konuşur. Hem şu anda seni karşılamaya geliyor. Seni görünce sevinecek. Onunla konuş, ne söylemesi gerektiğini anlat. İkinizin konuşmasına da yardımcı olacak, ne yapacağınızı size öğreteceğim. O sana sözcülük edecek, senin yerine halkla konuşacak. Sen de onun için Tanrı gibi olacaksın. Bu değneği eline al, çünkü belirtileri onunla gerçekleştireceksin.”

Tevrat Çıkış 4 (1)

“Bak, seni firavuna karşı Tanrı gibi yaptım” dedi, “Ağabeyin Harun senin peygamberin olacak."

Tevrat'ı övdüğüm sanılmasın ama olayın aslı, kaynağı bu şekilde. Bir çok konuda olduğu gibi Kuran'daki anlatımda ne Tevrat'taki gibi kronolojik bir uyum vardır ne de anlam bütünlüğü, herşey deyim yerindeyse kulaktan duyulmuş bilgiler gibi eksik ve dağınık bir şekilde anlatılır.

Babadan oğula, kardeşe geçen peygamberlik saltanatı!


İlkel insan topluluklarında belli bir iş kolunda ustalaşmış olan birisi o işi kendi çocuklarına da öğretirdi. Çocuklar da büyüdüklerinde babalarının mesleklerini aynen devam ettirirlerdi.

Örneğin bir duvarcının oğlu duvarcı oluyorsa bir demircinin oğlu da demirci oluyordu. Hatta sadece meslekler açısından değil bir zamanlar eski Hitit ve Yunan inançlarında günahların dahi babadan çocuklarına geçtiğine inanılıyordu.

“Bir mesleğin babadan oğula geçmesi” olayı örneklerini günümüzde dahi görebildiğimiz aile ve birarada yaşamış olmaktan kaynaklanan kaçınılmaz bir durumdur. Ancak eski insanlar tamamen kendi gündelik hayatlarında deneyimleyip uyguladıkları bu “meslek transferini” yarattıkları tanrılarına da atfetmişlerdir. Bir tanrının sadece kendisi değil çocukları da tanrılık vasıflarına sahip olmaya devam etmiştir.

Tek tanrılı dinlere baktığımızda ise Allahın insanların uygulamış oldukları babadan oğula “meslek transferine” benzer bir şekilde peygamberlik görevini de etrafta başka hiç insan kalmamışcasına onun çocuklarına aktardığını görürüz.

İnsani temelli böylesi bir ilahi görevlendirmede “oğulların” yanı sıra kardeşlerin, torunların da görev aldıkları, her şeyin “kan” bağına bağlı bir akrabalık ilişkisi çevresinde sonrakilerine aktarıldığı görülür. Peygamberlerdeki akrabalık ilişkisine bir bakalım:
 
“İlk peygamber Âdem, Âdem in oğlu Şit ikinci peygamber, Şit’in torunu İdris ise üçüncü peygamberdir. Dördüncü peygamber Nuh’tur ve beşinci peygamber Hud, Nuh’un oğlu Sam'in neslindendir. Altıncı peygamber Salih Nuh’un oğullarından Sam'ın neslinden olup Âdem'in ondokuzuncu kuşaktan torunudur altıncı ile yedinci (Zülkarneyn) ve sekizinci (İbrahim) peygamberler arasında bir bağ olup olmadığı bilgisi yoktur. Dokuzuncu peygamber Lut İbrahim’in kardeşi Hârân'ın oğludur. Onuncu peygamber İsmail İbrahim’in Hacer’den olan büyük oğludur. Onbirinci İshak İbrahim yüz yirmi yaşında Sâre doksan yaşında iken doğmuştur. İbrahim’in oğludur onikinci Yakup İshak’ın oğludur. Onüçüncü Yusuf Yakup’un oğludur. Ondördüncü Eyyüp İbrahim’in soyundan gelmektedir. Onbeşinci Suayb'in İbrahim'in üçüncü hanımı Katurah'tan olma oğlu Midyan'ın soyundan geldiği iddia edilmiştir. Onaltıncı Musa İbrahim’in soyundan gelmektedir. Onyedinci Harun Musa’nın büyüğüdür. Onsekizinci Hızır’ın bir akrabalığı yoktur. Ondokuzuncu İlyas'ın nesebinin Harun’a dayandığı iddia edilir.

Yirminci Zulkifl ve yirmibirinci Davud’un bir akrabağlıkları olduğuna dair bilgi yoktur. Yirmiikinci Süleyman Davud’un oğludur. Yirmiüçüncü Yunus’un soyu, Bünyamin'in vasıtasıyla Yakûb'a ve onun vasıtasıyla de İbrâhim'e dayanmaktadır. Yirmidördüncü Lokman’ın bir akrabağlıgı olup olmadığı bilgisi yoktur. Yirmibeşinci Üzeyr Harun peygamber'in neslinden gelmektedir. Yirmialtincı Zekeriyya’nın Kur'ân'da geçen duâlarindan (Meryem, 16/6) anlaşıldığına göre soyu daha sonra Yâkub’a varmaktadır. Yirmiyedinci Yahya Zekeriya’nin oğludur.”

Son iki peygambere gelecek olursak, İsa peygamber babasız dünyaya gelmiştir. Muhammed peygamber hakkında ise şu bilgiler verilmektedir: İsmail peygamber soyundan, Adnaniler kavminden, Kureyş kabilesinin Haşimoğulları sülalesinden gelir.  Ayrıca Muhammed peygamberin, kendi soyunun İbrahim'den geldiğini şu şekilde belirttiği söylenmiştir:

“Allah, İbrahimoğullarından İsmail'i, İsmailoğullarından Kinaneoğullarını, Kinaneoğullarından Kureyş'i, Kureyş'ten de Beni Hâşim'i, Beni Hâşim'den de beni seçmiştir.” (İbn-i Sâd Tabakat c. 1 s. 20, Müslim Sahih c. 7 s. 58)

Peygamberlik işinden çoluk çocuğun, kardeşlerin, yakınların da nasiplenmesi mevzusunu ayetler de doğrulamaktadır:

“Babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bir kısmını da. Bütün bunları seçtik ve bunları dosdoğru bir yola ilettik.” (Enam -87)

Son olarak bu konuyla ilgili Kurandan bir ayete daha bakalım. Ahzap Suresin’de Allah peygamberin eşlerine seslendiği ayetlerin devamında şöyle der:

“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Resûlü ve nebîlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Ahzap -40)

Allah seçtiği peygamberin “sonuncu” peygamber olduğunu belirtmek için onun erkek çocuklarının olmadığını söylemektedir.

Sanki peygamberden sonra yeni birisinin peygamber seçilmeyeceğini Allah değil de o kişinin erkek çocuklarının olmayışı belirleyecektir. Erkek çocuğunun yokluğuna hiç girilmeden sadece Muhammedin son peygamber olduğu söylenmiş olsaydı bir şeyler eksik mi kalacaktı?

Birçok konuda olduğu gibi “peygamberliğin babadan oğula“ geçmesi mevzusunda da karşımıza eski insanlar gibi hareket eden bir Allah çıkmaktadır. Bu yüzden herkesin kendisine şunu bir kez daha sorması gerekiyor; dinler tarihini ele aldığımızda acaba gerçekten de Allah kendi yasalarını mı uygulamıştı, yoksa insanlar yasalarını Allah’a mı uygulatmışlardı?

25 Nisan 2012 Çarşamba

Göğe yükselip inen, yere girip çıkan...?




Sebe Suresi (2):

"Allah, yere gireni, yerden çıkanı; gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. O, çok merhamet edicidir, çok bağışlayıcıdır."

Hadid Suresi (4-6):

"O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a kurulandır. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, oraya yükseleni bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir.Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Bütün işler ancak O’na döndürülür. Geceyi gündüze sokar, gündüzü de geceye sokar. O, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilendir."

Kurandaki "güneş ve ay"a olan bakış açısı malumdur, Mesela Kehf Suresi 86. ayetinde:

 "Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar buldu."  denir.

O zaman haklı olarak kendimize şunu sorabiliriz, yukardaki iki ayette geçen "yere girip çıkan, göğe yükselip inen" den kastedilen nedir?... Sakına burada göğe yükseldikten sonra inen güneş veya ay'ın hareketlerinin bir devamı olarak yere girip ordan da çıktığı söylenmiş olmasın?

İlk başta şuna değinmek gerekir ki, Hadid Suresi 6. ayetinde gece ve gündüzlerin birbirine sokulmasından bahsedilmktedir. Bu ifadelerden kastedilenin güneş ve ay'ın hareketleri olduğunu tahmin etmek zor değil:

"Görmedin mi ki, Allah, geceyi gündüzün içine ve gündüzü de gecenin içine sokuyor. Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir. Her biri belli bir zamana kadar akar gider. Şüphesiz Allah, işlediklerinizden hakkıyla haberdardır." (Lokman -29)
Bunun yanı sıra, Hadid Suresi'nde yerin ve göklerin 6 günde kurulduğu bahsedilir, ondan sonra da arşa yönelindiği söylenir. Hemen arkasından da "göğe yükselip inen, yere girip çıkandan" bahsedilir.

Kuranla biraz içli dışı olan birisi farklı surelerde geçse dahi ayetler arasındaki anlatım benzerliklerini bilir. Aşağıdaki ayet de Hadid Suresi'nin 4. ayeti ile aynı şekilde başlar ve devamında "güneş, ay ve yıldızlardan" bahsedilir.

Araf Suresi -54:

"Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde yaratan ve Arş'a kurulan, geceyi, kendisini durmadan takip eden gündüze katan, güneşi, ayı ve bütün yıldızları da buyruğuna tabi olarak yaratan Allah'tır..."

Hadid Suresinin 4. ayetine benzer şekilde yer, gök ve arşın kurulumunu anlattıktan sonra "göğe yükselen ordan inen, yere girip çıkan" demek yerine güneş ve ay'dan bahseden başka ayetler de bulunuyor:

Rad Suresi -2:

"Allah, gökleri gördüğünüz herhangi bir direk olmadan yükselten, sonra Arş’a kurulan, güneşi ve ayı buyruğu altına alandır. Bunların hepsi belli bir zamana kadar akıp gitmektedir. O, her işi (hakkıyla) düzenler, yürütür, âyetleri ayrı ayrı açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız."

Yunus Suresi (3-4-5):

"Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan, sonra da Arş’a kurulup işleri yerli yerince düzene koyan Allah’tır. O'nun izni olmaksızın, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte O, Rabbiniz Allah’tır. O hâlde O'na kulluk edin. Hâlâ düşünmüyor musunuz? Hepinizin dönüşü ancak O’nadır. Allah, bunu bir gerçek olarak va’detmiştir. Şüphesiz O, başlangıçta yaratmayı yapar, sonra, iman edip salih ameller işleyenleri adaletle mükâfatlandırmak için onu (yaratmayı) tekrar eder. Kâfirlere gelince, inkâr etmekte olduklarından dolayı, onlar için kaynar sudan bir içki ve elem dolu bir azap vardır.O, güneşi bir ışık (kaynağı), ayı da (geceleyin) bir aydınlık (kaynağı) kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir edendir. Allah, bunları (boş yere değil) ancak gerçek ile (hikmeti gereğince) yaratmıştır. O, âyetlerini, bilen bir topluma ayrı ayrı açıklamaktadır."

Furkan Suresi (59-60-61-62):

"Gökleri ve yeryüzünü ve ikisi arasındakileri altı gün içinde (altı evrede) yaratan sonra da Arş'a4 kurulan Rahmân'dır. Sen bunu haberdar olana sor! Onlara, "Rahmân'a secdeye kapanın denildiğinde "Rahmân da nedir? Senin bize emrettiğine mi secde edeceğiz?" derler ve bu onların nefretini artırır. Göğe burçlar yerleştiren, orada bir ışık kaynağı (güneş) ve aydınlatıcı bir ay yaratanın şanı çok yücedir.O, öğüt almak isteyen ve çok şükredici olmayı dileyen kimseler için geceyi ve gündüzü birbiri ardınca getirendir."

Bir de Secde Suresi'nin 5. ayetine bakalım. Bu ayetin meallini daha doğru anlamak adına kelime kelime anlamlarına bakalım:

Secde Suresi 5. ayet:

1. yudebbiru : tedbir eder, düzenler
2. el emre : emir, Allah'tan gelen ve Allah'a dönen herşey
3. min es semâi : göklerden
4. ilâ el ardı : arza, yere
5. summe : sonra
6. ya'rucu : yükselir, çıkar
7. ileyhi : ona
8. fî : içinde, de
9. yevmin : gün
10. kâne : oldu
11. mıkdâru-hu : onun miktarı
12. elfe : bin (1000)
13. senetin : sene
14. mimmâ : şeyden
15. teuddûne : siz sayıyorsunuz

Görüldüğü gibi bu ayette de "göklere yükselip sonra yere inenden" bahsedilmektedir. Devamında ise insanlara göre bir hesaptan, bir günün 1000 sene sayılmasınan bahsediliyor.

Burda da yine göklerden yere bir yükselme ve inme hadisesi var ve yine kast edilenin güneş, ay veya yıldızlar olduğunu düşünüyorum. Bunun ipucunu bize verense ayetin sonunda "sene hesabından" bahsediliyor olmasıdır.

"O, karanlığı yarıp sabahı çıkarandır. Geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da ince birer hesap ölçüsü kıldı.." (Enam -96)

"O, güneşi bir ışık (kaynağı), ayı da (geceleyin) bir aydınlık (kaynağı) kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir edendir..." (Yunus -5)

Görüldüğü gibi insana göre "sene hesabının" yapılması doğrudan güneş ve ayı ilgilendiren bir durumdur. Bu durumdan hareketle "sene hesabından" bahseden yukarıdaki Secde Suresinin 5. ayetindeki "göklere yükselip yere inen" ifadesinin güneş ve ay'a işaret ettiğini söyleyebiliriz.

Enbaştaki iki ayette geçen "yere girip çıkan, göğe yükselip inen" den kastedilenin güneş, ay veya yıldızlar olma ihtimali bir hayli yüksek gözükmektedir. Güneşin battığı yere varılmasından bahseden ayetler oluyorsa, güneşin yere girip çıkmasından söz eden ayetler neden olmasın.

23 Nisan 2012 Pazartesi

Hagisini bağışlayıp hangisini bağışlamasam acaba!

Zümer Suresi -53:

"De ki: 'Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir."

Bu ayette Allah bütün (cemîan) günahları bağışlayabileceğini (yagfiru) söylemektedir.

Nisa Suresi -116:

"Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, kuşkusuz, derin bir sapıklığa düşmüştür."

Bu ayette ise Allah kendisine ortak koşulması gibi bir günahı bağışlamayacağını (lâ yagfiru) söylemektedir.

Hani Allah bütün günahları bağışlıyordu?

Allaha ortak koşan birisi ilk ayeti okuduğunda Allahın kendisini bağışlayabileceğini düşünecektir, ama ikinci ayeti okuduğunda ise bu sefer ortak koşma gibi bir günahın Allah tarafından bağışlanmayacağını düşünecektir.

22 Nisan 2012 Pazar

Tanrıların Kutsal Taşları!



Geçmiş uygarlıklarından günümüze çeşitli toplumlar bazı taşların ilahi anlamlar taşıdıklarına inanarak onları kutsal saymışlardır. Kimi zaman bu kutsal taşların göklerden, cennetlerden bu dünyanın dışından geldiğine inanılmış, kimi zamansa bu taşlar dünyanın merkezi sayılmış, tanrılar uğruna yere şarap veya yağ dökülmesi gibi (libation) benzer ritüellerin ana malzemesi olmuştur.

Doğada bulunan bazı taşların gerek renk gerekse parlakık ve pürüzsüz yapıları ile diğer taşlardan farklı oluşları onların bu dünyaya ait olmayıp tanrılardan gönderilmiş taşlar olduğu inancını beraberinde getirmiştir.

“Taşlar" eskitaş devrinden beri değişik inançlarda kutsallıkla, büyüyle ve tanrısallıkla birlikte düşünülmüştür. Sağlamlığı ve dayanıklılığıyla, gerektiğinde bir silah olarak yaşayanları gerektiğinde ise bir mezar olarak ölülerin ruhlarını koruyucu gücü ile ideal bir dinsel sembol olmuştur. Çeşitli uygarlıklarca kutsal saylan özel taşlara kısaca değinelim:



Mısırlıların Kutsal Ben-ben Taşı:

Eski Mısır inanışına göre, Benben göklerden gelen ve bu dünyaya ait olmayan tanrısal bir taştır. Bu taşın orijinali piramit çağının çok öncesinde kaybolmuştur. Heliopolis rahipleri orijinal taşın yerine bir benzerini yaparak Heliopolis sütununa yerleştirmişlerdir. Eski mısırda güneş ışınlarının ilk olarak üzerine düştüğü varsayılan bu kutsal taş Heliopolis tapınağının kutsal taşıdır.

Friglerin Kara Taşı:

M.Ö. 1200'lerde Trakya ve Boğazlar üzerinden Anadolu’ya gelen Frigyalıların inançlarında taşlara, daha sonra Roma’ya taşınacak kadar çok önem verilmiştir. Friglerde taşlar, “Dünya Ana”nın bir tür simgesi olarak algılanmıştır. Onun ilâhi kökenli gücü olan Tanrıça Kibele’ye, Anadolu, Atina ve Roma’da yaygın bir şekilde tapınılmıştır. Kibele inançlarındaki kara taşın aynı zamanda “yön” bulmak amacı ile kullanıldığı da belirtilir.

202 yılında Romalılar ile Kartacalılar arasında baş gösteren bir anlaşmazlıkta, Romalı Sybil kâhinleri, şayet Kibele taşı bulunduğu yerden Roma’ya alınıp getirilmezse Romalıların bu savaşı kazanamayacağını söyleyince; Romalıların bu taşı büyük bir özenle bulunduğu yerden alıp Roma’ya götürdüğü anlatılır. Orada bu taş, “Mater Deum Magna” (Tanrıların Büyük Anası) olarak adlandırılmıştır. Konik bir biçimi olan bu taşın, Suriye, Filistin, Karya, Likya, Güney Anadolu ve Kıbrıs’ta da saygı görmekte olduğu biliniyor. Festival ve özel günlerde bu taşın üzerine zeytinyağı sürülürmüş.

Taş üzerine zeytinyağı sürülmesi, günümüzde Kıbrıs’ta da geleneksel olarak izlenebiliyor. Bu da bir Afrodit tapınağının toprak üstünde arta kalmış bir köşe taşı üzerinde uygulanıyor. Diğer toplumlarda olduğu gibi Arapların İslamiyet’ten önce taşlara taptıkları ve onların da taşları zeytinyağı ile yağladıkları ileri sürülmektedir. İsa'ya İbranicedeki gerçek adı "Yeşua (Kurtuluş)" yerine verilen Christos (Hristos) adı ise "yağlanmış" ya da "yağla kutsanmış" anlamına gelmektedir. Pagan inançlarında tapınılan heykeller bereket ve kutsanma amacıyla yağlanır ve bu heykellere de "yağla kutsanmış" anlamında Hristos denirdi.


Eski Yunanın Kutsal Omphalos Taşı :

Yunan mitolojisindeki bir mite göre tanrı Zeus'un dünyanın tam orta noktasını belirlemek için iki kartalı gökyüzünün iki ucundan birbirlerine doğru uçmaları için bıraktığı, kartalların da yeryüzünün tam orta noktasında çarpışarak yere düştükleri anlatılır. Tanrı Zeus kartalların düştüğü yere, yani Omphalos'a bir taş dikmiş ve burasına dünyanın merkezi demiştir. Delfi kenti, dünyanın ve evrenin merkezi olarak kabul edilmesinin yanı sıra evrenin göbeği olarak addedilen bu Omphalos taşının yeri olarak da tüm antik Yunan dünyası tarafından kutsal sayılmıştır. Birçok törene konu edilen kutsal Omphalos taşının her gün yağlandığı söylenmiştir.


Tevrat’ta anlatılanlara bakıldığında da kutsallık atfedilen bir taşın yağlanması ve adak adanması olayı ile karşılaşılmaktadır.

TEVRAT-Yakup`un Düşü – Yaratılış 28 (16-22):

“Yakup uyanınca, “RAB burada, ama ben farkına varamadım” diye düşündü. Korktu ve, “Ne korkunç bir yer!” dedi, “Bu, Tanrı`nın evinden başka bir yer olamaz. Burası göklerin kapısı.” Ertesi sabah erkenden kalkıp başının altına koyduğu taşı anıt olarak dikti, üzerine zeytinyağı döktü.  Sonra bir adak adayarak şöyle dedi: “Tanrı benimle olur, gittiğim yolda beni korur, bana yiyecek, giyecek sağlarsa, babamın evine esenlik içinde dönersem, RAB benim Tanrım olacak. Anıt olarak diktiğim bu taş Tanrı`nın evi olacak.”

INCIL- Yaratılış 35 (14):

“Yakup Tanrı'nın kendisiyle konuştuğu yere taş bir anıt dikti. Üzerine dökmelik sunu ve zeytinyağı döktü.”


Kara Taş (Hacer-ül esved):

Kabe'nin duvarındaki siyah, parlak taş. Rivayete göre İsmail peygamber bu taşı Kabe'nin köşesine yerleştirmiştir. Friglerin Ana Tanrıçası Kibele’nin kara taşında olduğu gibi bu siyah taşla ilgili olarak da “Ana” figürüyle karşılaşıyoruz. “Kibele” ve “kıble” söylemleri arasındaki benzerliğinse sadece bir tesadüften ibaret olduğunu düşünebilirsiniz.

Hacer-ül esved’in kara taş anlamına geldiği söylenir. Ancak Hacer ve Hacc sözcükleri üzerine düşününce burada birden çok anlamın taşınmakta olduğunu görüyoruz. Hacer, İbrahim’in ikinci karısı ve İsmail’in annesidir. Arap’lar İsmail’in soyundan geldiklerine inanırlar. Yahudiler ise İbrahim’in Sara’dan olan diğer oğlundan, İshak’dan geldiklerine. Zaten bu taşın da İsmail ve İbrahim’in Kabe’yi onarırken bulup oraya koyduklarına inanılır. İnanışa göre İbrahim Hacer’i burada terketmiş ve zemzem suyu da burada çıkmıştır. Yani Hacer; geldiğimiz yerdir, anamızdır, biz Hacer’in karnına ilahi güç tarafından konmuşuzdur. Hacer bu nedenle Arab-ı Tabia adı verilen bu Arapların büyük annesi sayılır. Muhammed'in Hacer için Araplara İşte bu kadın sizin annenizdir dediği söylenir. Hacer'in Kabe içinde Hıcr, Hatim ya da Hazire denilen bölümde gömülü olduğuna inanılır.

İbrahim peygamberin eşi Hacer’i vasıfları üzerinden en iyi tanımlayan kişi merhum Ali şeraiti’dir. Ali şeraiti Hacc adlı eserinde şunları ifade etmektedir.

“Bir kadın, hakir görülmüş bir Afrikalı siyah cariye… Sare adlı bir kadının Habeşli hizmetçisi! Bütün bunlar beşeri düzende böyle. Ama Tevhid nizamında bu cariye Allah’ın muhatabı, Allah’ın büyük peygamberlerinin anası, Allah’ın yarattığı en güzel ve en yüce değerlerin tecelligahı. Hacc tiyatrosunda, başrol oyuncusu, en önemli sima, Allah’ın Harem’indeki tek kadın, Tek anne!”

Ayrıca, halife Ömer’in bu taş için şöyle dediği de aktarılmıştır: 'Biliyorum ki sen faydası ve zararı olmayan basit bir taşsın. Allah Resulü'nün seni öptüğünü görmeseydim seni öpmezdim."

20 Nisan 2012 Cuma

Allahın kayıt kitapları!



Kuranı kerimde bir çok ayette "kitaptan" söz edilir. Çeşitli ayetlerde aynı ifade kullanılarak bu kitapların elle, mürekkeple, satır satır yazıldığından, ciltli ve sayfaları olduğundan bahsedilir.

"Ve sen, bundan önce kitap (kitabin) okumadın. Ve sen, O'nu elinle de yazmıyorsun..." (Ankebut -48)
"Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır (kitabu)..." (Bakara -2)
"Eğer seni yalanladılarsa, senden önce açık delilleri, hikmetli sayfaları ve aydınlatıcı kitabı (kitabi) getiren peygamberler de yalanlanmıştı." (Ali imran -184)
Kuranda geçmişte gönderilen kitapların varlığından bahsetmesi ve Kuranın da onlar gibi bir kitap olduğunu söylemesi o zaman itibariyle düşünüldüğünde normaldir.
O çağın insanlarına göre taş üzerine - kemik üzerine - deri üzerine - kağıt gibi daha ince ve yumuşak sayfalar üzerine yazılan kalıcı bilgi paylaşımının en son aşamasını "kitaplar" oluşturmaktaydı. 
Allah da doğal olarak günün koşullarına göre en yeni metot olan "sayfalardan oluşturmuş kitaplar" ile hem buyruklarını kullarına ulaştırmakta hem de kendi katındaki işleri görmekteydi.
 
İşin insanlarla ilgili boyutunu anlıyoruz, peki kıyamet günü gibi çok ileriki bir zamana, meleklerinin olup bitenleri kayıt altına almasına ve her şeyin Allah katındaki bir yerde yazılı olmasına ilişkin anlatımlarda neden “kitaplardan” bahsediliyor? Bu anlatımlar peygamberlerin yaşadığı o çağlardaki zamanı ve boyutları aşan anlatımlardır. Mesela;
“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a âit olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öldükten sonra) emaneten konulacakları yeri de o bilir. Bunların hepsi açık bir kitaptadır. ”  (Hud -6)
“Allah, dilediğini siler, dilediğini de sabit kılıp bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun yanındadır.” (Rad -38)
“Her insanın amelini boynuna yükledik. Kıyamet günü kendisine, açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız.” (İsra -13)
“İşte o vakit, kitabı kendisine sağından verilen kimse der ki: "Gelin, kitabımı okuyun!" (Hakka -19)
“Kitabı kendisine sol tarafından verilen ise şöyle der: "Keşke kitabım bana verilmeseydi."  (Hakka -25)
Allahın “kayıt cihazının” illa buyruklarını indirdiği çağlardaki en kalıcı ve koruyucu bilgi kaynağı olan kitaplar gibi olması mı gerekir?
“O zamanki insanların anlaması için böylesi bir benzetme yapılmış olabilir” diye düşünebilirsiniz. Ama bu doğru olmayacaktır. Çünkü ayetlerde “kitaplar gibi” çok basit bir benzetmeya dahi gidilmemekte, bilinen somut bir kitap için diğer ayetlerde ne denmişse aynısı bu ifadelerde de söylenmektedir.
Yaz çiz olayı gibi dünyevi ve çağın koşullarına bağlı bir kitap söylemine hiç girmeden her bilginin Allah tarafından bilineceği ve unutulmayacağı söylenseydi insanların birşeyleri kavramaları yarım mı kalmış olacaktı? Tabi ki olmayacakı, zaten Allahın bu vasıflarının olduğu biliniyordu.
 
Nasıl ki “kitaplardan” önce insanlar başka şeyler üzerinden bildiklerini birbirlerine aktarmışlarsa zamanla kitapların yerini de başka şeyler alacaktır. Nitekim elektronik tablet ve e-kitap gibi uygulamalar her geçen gün daha da hızlanmaktadır. Gün gelecek insanların eskiden kâğıt sayfalardan oluşan “kitap” anlayışı tamamen değişecektir.
(Eğer son peygamber 1400 yıl önce değil de zamanımızdan 1400 yıl sonra gelecek olsaydı kesin kıyamet gününe ilişkin “kitabı sağ tarafından verilenler” değil de “Cd’si sağ tarafından verilenler” gibi bir laf ederdi. :) )
Şaka bir yana belki şu an erken ama ilerleyen çağlarda bilgileri daha elektronik araçlarla paylaşacak olan insanlar, bu ayetleri okuyup Allahın kendi katında ajanda tuttuğunu ve kıyamet günü kitaplara yazdırmış olduğu notlarından yararlanacağını gördüklerinde gerçeği daha net kavramış olacaklar.
Gerçek olan şudur ki; eski insanlar kendileri o çağlarda ne kullanıyorlarsa Allahın da gerek kendi katında gerekse her çağda ve son günde dahi aynı şeyleri kullanılacağını sanmışlardı.
“Yazılanın açılıp okunduğu kitaplar” buna sadece bir örnektir. Bunun dışında; Allahın o zamanki insanlarının kullandığı gibi ölçüp biçen bir “terazisi” vardır (Enbiya -47), insanların bir tehlike anında birbirlerine haber verdiği gibi bir “borusu” vardır (Zümer -68), ölüp diriltmiş olsa dahi insanları tutup bağladığı “demir zincir ve halkaları” vardır (Rad -5), öbür tarafta olsa da kapılarda duran “bekçileri” vardır (Zümer -73), kuşlar gibi kanatları olmasa yere düşeceği sanılan “kanatlı” melekleri (Fatır -1) vardır.
Sadece insanın kullandığı somut malzemeler açısından değil bu örnekleri insanın kişilik yapısını esas aldığımızda da görürüz. Allahın da insanlar gibi hizmetkârlarının olduğunu (Enam -61), kendi sözünü dinlemeyen sevmediği adamlarının olduğunu (Araf -11), insanlar gibi yeri geldiğinde kızdığını (Zuhruf -55), beddualar ettiğini (Tebbet -1), söz verdiğini (Hud -119), yeminler ettiğini (Necm -2), bazı durumlarda merak edip sorular sorduğunu (Taha -17),  insanlar gibi bazı sesleri beğenmeyip (Lokman -19) bazı şeyleri zayıf bulduğunu (Ankebut -41) görürüz.
Tabi bu kadar insani yanları olan bir Allahın insan gibi yanılmaması da düşünülemezdi. Allah da o zamanki insanlar gibi göğün tutulduğunu düşebileceğini sanıyordu (Hac -65), güneşin doğup battığından bahsediyor (Kehf -86), göktaşlarının atmosfere girip yanmasını şeytanlara atılan ateş taşları sanıyordu (Mülk -5), rüzgar olmazsa denizdeki gemilerin gitmeyeceğini (Şura -33), hacca geleceklerin sadece yürüyerek veya deve sırtında geleceklerini (Hac -27) düşünüyordu. Örnekleri daha da artırmak mümkün.
Tüm bu anlatımların kaynağı insanın kendisidir. İnsan yarattığı tanrısına hayallerindeki vasıfları kolaylıkla yüklemiş ancak onu anlatırken kendisi gibi anlatmak zorunda kalmıştır.

19 Nisan 2012 Perşembe

El açıp dua eden diz çöken eski Mezepotamyalılar!



İnternette araştırma yaparken Asurlulardan kalma yukardaki taş kabartmasına rastladım.

Asur İmparatorluğu, aslen Kuzey Irak'ta, Dicle kıyısında yaşayan bir Sami toplulukken özellikle M.Ö. 2000 sonrası doğu-batı arası küresel ticaretten faydalanarak gelişmiş ve topraklarını genişleterek ülkelerini bir imparatorluğa dönüştürmüş eskiçağ halkıdır.

Asurlulardan kalma bu kabartmanın tarihi olarak M.Ö. 668-627 yılları verilmiş. Kabartmada bir kayığın içindeki insanlar gözükmekte, bunlardan birisi suya düşmüş durumda, belli ki bu kabartmada normal bir olay anlatılmıyor. Belki bir savaş hali belki de fırtınaya yakalanmış insanlar anlatılyor. Dikkat çekici olan nokta kayıktaki oturan iki kişinin kendilerine birşeyler sunulmadığı halde adeta ellerini açıp dua ediyor gibi olmaları. Birşeylerden yardım talebini elleri göğe açarak yerine getiriyormuş gibi gözüküyorlar.


Yukardaki duvar kabartması ise M.Ö. 875-860 tarihli. Asur savaşçılarınna yüzerek kaçan 3 kişi gözüküyor. Bu kişilerin zor durumda oldukları belli. Kalenin üzerinde duran iki kişi yine ellerini açmış bir şekilde dua eder gibi durmaktalar.



Bu ellerini açan kişiler tanrılarına ibadet eden veya yardım dileyen putperstler mi yoksa o zaman ki yahudiler mi? Tevrattaki anlatımlara bakacak olursak yahudilerin Asurlular tarafından ele geçirildiğine ilişkin anlatımlar bulunmaktadır. Mesela yukardaki kabartma da hem ayakta hem çömelmiş halde el açmış insanlar var hatta birisi secdeye varmış. Bu kabartmanın sağ görünmeyen kısmında tahtına oturmuş bir kral var. Bunlar esir alınmış yahudilerse kime el açıp secde ediyorlar, Allaha mı yoksa önlerindeki krala mı?

Yukardaki Asurlulardan kalma bir başka duvar çiziminde ise Asur Kralı III. Şalmanezer (M.Ö. 859 – M.Ö. 824) veya onun temsilcileri önünde "secdeye" giden İsrail Kralı Yehu gösterilmektedir.

Acaba Allah eski insanların birbirlerine saygı göstergesi olarak yaptıkları davranışları veya tanrılarına yakarış hareketlerini görünce aynılarının kendisine karşı yapılmasını da mı istemişti?

Birisi kalkıp" zaten kuranda öyle diyor, adem zamannda da secde vardı ondan sonraki insanlarda da secde hep olmuştur" diyebilir, ama ya eski insanlar putlarına böyle tapıyordu ve sonraki kitap sahibi olanlar da onlardan gördüklerini alıp kitaplarına öyle yazmışlarsa?

"Secde" etmenin kökenine biraz inmeye çalışalım, bunu akıl etmek aslında hiç zor değil. Secde hali bir insanın ayakta dik duramayıp yere eğilme, düşmüş gibi olma haline işaret eder. Yani iki insanın birbiriyle savaşında kaybedenin alacağı en son ki pozisyon, güçten düşme ve diz çökme halidir.

Böylesi bir şekilciliğin illa allah tarafınan bir ibadet şekli olarak kendisine karşı yapılmasını istemesine gerek yok, putperest bir inanç da kolaylıkla aynı teslimiyet halini böylesi bir hareketle gösterebilir. Yani demem o ki bir insan kendisinden daha güçlü gördüğü tanrıları karşısında tıpkı kendisinden daha güçlü gördüğü bir insan karşısındaki bir hareketi rahatlıkla sergileyebilir
Bu durum da yine tamamen insansı (insanlar arasında oluşa gelmiş olan) bir davranışın zamanla ilahi açıdan talep edilmiş bir görev gibi algılanmış olduğunu gösterir.

"El açıp" dua etmenin altında yatan da budur. Birşeyi istemek, bu davranışı ilk yapan insanlar somut elle tutulur birşeylere ki muhtemelen bunlar yiyecek tarzı şeylerdi, onlara olan muhtaçlıklarını ifade etmek için ellerini açarak isteklerini yerine getirmekteydiler. Zamanla yine insanların keni aralarında birbirlerine karşı yapmış oldukları bu davranış şekli tanrılar tarafından kendilerine karşı yapılması istenen ilahi emirlere dönüşmüştür.

Eski insanlar ilk yaratıkları tanrılarını insanlar gibi düşündükleri için onların kendilerinden beklentilerini güçlü insanların zayıf insanlardan olan beklentileri gibi düşünmüşlerdir. Yani allah en eski çağlardaki en ilkel insanların birbirlerine karşı göstermiş oldukları davranışların dışında bir ibadet şeklini talep etme özgürlüğüne asla sahip olamamıştır.

Diz çökmek, el açmak... bunlar insanlar gibi düşünülen tanrılara yakıştırılmış davranış kalıplarıydı. Yoksa heryerde olan açığı ve gizliyi herşeyi bilen bir kudretin anca eski krallar ve tanrıların isteyebileceği göstermelik diz çökmeye ve el açmaya ihtiyacı olur muydu hiç.

Artık unutmayacaksın kerameti!

"Sana Kur’an’ı okutacağız ve sen artik onu unutmayacaksın. Ancak Allah’ın dilediği başka. Şüphesiz O, açık olanı da bilir, gizliyi de. Biz seni en kolay olana kolayca ileteceğiz." (Ala Suresi 6-8)

Ayetlerde Allah dilerse bazi ayetleri peygambere unutturabileceğinden bahsetmektedir. Unutturma işini yaptıran Allahdır.

Buyuk islam alimlerince kabul edilmis olan ve tefsir ve fıkıh alanlarında otorite kabul edilen sahabe Abdullah bin Abbas`tan nakledilen bilgilere gore Enam Suresi bu sureden daha sonra inmiştir. Bu surenin 68. ayetinde ise şöyle denir:

"Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma." (Enam 68)

Bir önceki Ala Suresinde peygambere ayet unutturan Allah, Enam Suresinde birden şeytana dönüşüverdi.

Bir de şu nokta var tabi, Ala Suresinde adeta bir keramet olarak Allah peygamberin hafiza yeteniğini mükemmelleştirmeketdir.

"Andolsun, bundan önce biz Âdem’e (cennetteki ağacın meyvesinden yeme, diye) emrettik. O ise bunu unutuverdi. Biz onda bir kararlılık bulmadık." (Taha 115)

Ademin unutkanlığının bedeli kendisiyle sınırlı kalsa iyiydi ama öyle olmadı, dünyanın hali ortadadır. Eğer Allah buyrukları konusunda peygambere verdiği "unutturmayacağız" kerametini Adem`e de vermiş olsaydı veya `"unutturma" sorumluluğunu kendi üzerine alsaydı şu an herkes cennette kadeh tokuşturuyor olurdu. :)

İşin aslı bence şu olmalı, mevzu "unutmama" gibi bir kerametten bahsetmek olunca "allah herşeyde dilediğini yapar, isterse de unutturur" tarzında bir ilavede bulunuluyor, ama mevzu yapılmış olan bir unutma hatasına gelince top doğrudan şeytana atılıyor.

En dayanıksız ev: örümceğin evi!



"Allah’tan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi!" (Ankebut 41)

Burada (el buyûti) kelimesi "evler" manasına gelmektedir, Nur Suresi 61. ve Nisa Suresi 15. ayetlerinde bu kelime insanların içlerinde yaşadıkları evler anlamında kullanılmıştır. Bu yüzden "evler" olarak verilen bu kelimenin içine girilen ve korunulan yer yani "yuva" olarak düşünülmesi en doğrusu olacaktır.

Ayette açıkça "ev"den yani yuvadan bahsedilmektedir. Bir benzetme varsa bu ayetin ilk cümlesinde söz konusudur. Fakat bu benzetmenin ardından "(inne evhene)" "muhakak ki en dayanıksız" ifadesi kullanılarak ayrı bir şeyden örümceklerden, onlarla ilgili bir "kesinlikten" bahsedilmektedir.

"muhakak ki dayanıksız örümcek evleri gibidir" demek başka şeydir "muhakkak ki en dayanaksız evler örümceklerin evleridir" demek başka şeydir. İkisini birbirine karıştırmamak grekir.

Örümceğin yuvasının dayanıksız olduğunu ileri sürmenin altında yatan temel sebep onun örmüş olduğu ağların "insana göre" dayanıksız ve zayıf olmasıdır.

Oysa şu bir gerçektir ki örümceğin ördüğü ve kimi zaman üzerinde göründüğü "ağ" aslında onun yuvası değildir; av tuzağıdır, örümcekler onunla avlanır. Örümceğin yuvası silindirvari bir delik şeklinde, yerin içine doğru uzanır.

Mesela çöl koşullarında yaşan örümcekler, ilk olarak toprağı kazarak bir oyuk açar. Salgıladığı özel bir sıvı ile toprak parçacıklarını birleştirerek oluşturduğu tünelin içini sıvar. Bu işlem, yuvada oluşabilecek çökmelere karşı duvarları güçlendirir. Daha sonra yuvanın içini de salgıladığı ipekle kaplar. Bu sayede yuvanın içi, yüksek çöl ısısına karşı yalıtılmış olur.



Toprak içerisinde yuva yapan diğer canlıların yuvaları ne kadar dayanıklıysa bu örümceğin yuvası da o kadar dayanıklıdır. Bu yüzden "insana göre" dayanaksız olarak görülen örümcek ağının örümceğin "yuvası" olarak ifade edilmesi en baştan yanlıştır.

Allahın gözden kaçırdığı bir örümcek yuvasına burdan bakabiliriniz:

http://www.youtube.com/watch?v=v6M_84t3oa4&feature=related

Ayetteki "ev/yuva" ifadesi bu kadar açık ve somut olmasına rağman kast edilenin yuva değil de örümceğin "ağı" olduğunu ileri sürmek de doğru olmayacaktır. Örümcek ağlarının ipleri ipektir. Bu iplikler, aynı çaptaki çelik telden daha sağlamdır. Örümceğin ipeği, ipekböceğinin ipeğinden daha ince ve daha dayanıklıdır.

Anlattığım durum bazı tefsirciler tarafından bilindiği için "örümcek yuvası" konusunda somut anlamının ötesinde farklı yorumlar getirilmeye çalışılmıştır. Dişi örümceğin birleşmeden hemen sonra eğer ele geçirebilirse eşini yemesinden ötürü örümcek yuvalarının aile içi sevgi ve dayanışma bağı açısından zayıflığa işaret ettiği söylenmiştir.

Oysa her çiftleşmeden sonra dişinin mutlaka erkek örümceği yediği söylenemez. Kaldı ki bir çiftleşme sonrası erkek ve dişinin biribirinden ayrı yaşadığı tek canlı türü örümcekler değildir.  Ayrıca "peygamber develeri" olarak bilinen böceklerin dişisi de çiftleşme sırasında genelde erkek böceği yer.

Bu yüzden örümceklerin çiftleşip birbirlerini yemelerini veya birbirlerinden ayrı yaşamalarını "en dayanıksız" aile ilişkileri olarak değerlendirmek yanlış olacaktır.

Kısaca toparlayacak olursak; yukarıdaki ayetteki ifade yarattığı tüm canlılardan haberdar olan bir Allahın sözünden ziyade, çevresindeki örümcekleri yuvasından daha çok sürekli ağ üzerinde gördüğü için her örümceğin ağ yaptığını ve bu ağın da örümceğin "yuvası" olduğunu sanan yanlış bir "insani" bakış açısını göstermektedir.

Kurandaki bir çok söylemin Tevrat ve İncil'den aktarma olduğunu artık herkes biliyor. Yalnız bu aktarmalar adeta birşeyler kulaktan yarım yamalak duyulmuşcasına gerçekleşmiş gibidir. Daha önceki açmış olduğum başlıklarda bunlara örnekler vermiştim, Kuran'daki bazı anlatımlar garibinize gidiyor, mantığınıza oturmuyor sonra açıp Tevrat ve İncil'i okuyunca herşey yerli yerine oturuyor; "burda asıl söylenmek istenen demek ki buymuş" diyorsunuz.

Tabi bu durum en son inen kitabın daha doğru ve anlaşılır olduğunu değil tam tersine yüzlerce yıl önceden yazılmış olan eski kitapların daha açık ve anlaşılır olduğunu göstermektedir.

"Muhakak ki en dayanıksız ev örümceğin evidir" gibi mantığı aşan bir genellemenin altında yatan da benzer bir durumdur.

Örümceklerle ilgili varsa bir "zayflık" durumu bu durum Kuran'dakinden daha doğru bir şekilde Tevrat'ta anlatılır:

Tevrat- Eyüp 8 (13-15):

Tanrıyı unutan herkesin sonu böyledir.
Tanrısız insanın umudu böyle yok olur.

Onun güvendiği şey kırılır,
Dayanağı ise bir örümcek ağıdır.

Örümcek ağına yaslanır, ama ağ çöker,
Ona tutunur, ama ağ taşımaz.

Bu da Kuran'daki söylem:

"Allah’tan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi!" (Ankebut -41)

Tevratta bunların yazılı olduğunu bilenler bunu peygambere nasıl aktardıysalar artık, ya da onun kulağına nasıl gittiyse bu bilgi örümcek ağının insana göre zayıf olması hadisesi birden bire örümceğin yuvasının en dayanıksız yuva olduğu şekline dönüşmüş.

Tevratı övmüyorum ama en mantıklı anlatımın hangisinde olduğunun takdiri size kalmış.

17 Nisan 2012 Salı

Tan yerinin ağarmasına andolsun! (Fecr Suresi)



Fecr Suresi:

1-Tan yerinin ağarmasına andolsun,
2-On geceye andolsun,
3-Çifte ve teke andolsun,
4-Geçip giden geceye andolsun.
5-Şüphesiz bunlarda, akıl sahibi bir kimse için üzerine yemin edilmeye değer bir özellik vardır.


Bu ayetlerle ilgili olarak Ebul Ala Mevdudi şöyle demektedir:

`Bu ayetlerin tefsiri hakkında müfessirler arasında pekçok ihtilaf vardır. Hatta "çift ve tek"ler hakkında 36 görüş ileri sürülmüştür. Kimi rivayetlere göre bu ayetlerin tefsiri Rasulullah'a dayanmaktadır. Ancak gerçekte, bunların tefsiri hakkında Rasulullah'tan herhangi bir şey rivayet edilmiş değildir.`

Yoğun ihtilafların olduğu bu ayetler üzerine düşünmekte fayda var. Ayetlerde 4 şey üzerine yemin edilmektedir bunlar sırasıyla: 1- Fecr denilen ve sureye de adini veren tan yerinin ağarmasına 2-On geceye 3- Çift ve teke 4-Geçip giden geceye.

Hemen devamında bunların yemin edilmeye değer olduğuna dikkat çekilir.  Bu ayette gecen yemin kelimesi Arapça `kasemnum` kelimesidir. Bu kelimenin geçtiği Vakia Suresi`nin 75. ve 76. ayetlerinde de `yemin` mevzusu konu edilerek benzer noktaya dikkat çekilir:

`Yıldızların yerlerine yemin ederim ki, -eğer bilirseniz, gerçekten bu, büyük bir yemindir` (Vakia 75-76)

Yine adını yıldız kelimesinden alan `Necm` suresi "Battığı zaman yıldıza andolsun…` diye baslar. Tarik suresi ise: `Göğe ve târıka andolsun Târıkın ne olduğunu sen ne bileceksin? O, (ışığıyla karanlığı) delen yıldızdır` diye baslar.

Büyük-küçük yemin nasıl oluyor bilmiyoruz ama Kurandaki yeminler içerisinde yıldızların önemli bir yeri bulunuyor. Fecr Suresinin girişindeki yemin olayını da `yıldızlar` eksenin de düşünürsek acaba nasıl bir sonuca varırız.

Fecr Suresinin ilk ayetinde ilkin belli bir zamandan, sabahın gelişinden bahsediyor, ondan sonra geçen sureden (on gece), sonra `tek, çift` olayından ve en sonunda da yine belli bir zamandan, akıp giden geceden bahsedilmektedir. Kısacası bu anlatım havanın aydınlık veya karanlık olmasi ile gecen gecelere yani göğe bağlı bir dönüşümü bir döngü olayını anlatır gibidir.

Burada geçen `on gece` ifadesindeki sayısal değer belirgin bir şekilde ifade edilmemiştir. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır söyle bir not düşmektedir:

`Bunlar hakkında da rivayet vardır. Gerçi burada ahdi gösteren "lâm" getirilmeyip belirsiz olarak denilmesi, belirli bir "on" kastedilmeyip…. Bir de denilebilir ki bu kelimenin belirsiz olarak kullanılması, belli bir senenin Zilhicce'sinin on günü kastedilmeyerek belli olmayan bir on'a işaret olmak içindir. Başka bir "on" olma ihtimali akla gelse dahi her halde maksat, sonunda fecir gibi neşe ve sevinç bulunan bir on gece olmalıdır.`

Ayrı ayrı üzerine yemin edilen `tek ve çift` durumu ise bu sure zarfında yaşanmakta olan `tek olma` veya `çift olma` haline, iki farklı duruma işaret ediyor gözükmektedir.
Bu tablo güneş ve aydan sonra gökyüzünde en parlak gökcismi olan `Venüs` yıldızını akla getirmektedir. Aslında bir gezegen olan Venüs güneşe olan yakinliği ve parlaklığı yüzünden bir yıldız gibi düşünülmüştür. Venüs yıl içerisinde belli bir dönem güneş dogmadan önce belli bir dönemse güneş battıktan hemen sonra gökyüzünde ortaya çıkar. Bu döngünün farkında olmayan eski insanlar tarafından iki farklı yıldız olarak düşünülmüş, hem sabah hem de aksam yıldızı olarak adlandırılmıştır.

Venüs astroloji tarihinde en önemli gezegenlerden biridir ve birçok mitolojik anlatımın arkasında onun izlerini görmek mümkündür. Aztekler ve Mayalar takvimlerini büyük ölçüde Venüs’ün hareketlerine göre ayarlamışlardır. Onlar için Venüs gezegeni kendini yakan, sekiz gün kaybolan ve yeniden doğan Aztek tanrısının (Quetzacoatl) sembolüdür. Gerçekte bu, Güneş ve Venüs kavuşumunda yaşanan astronomik bir olaydır. Venüs akşam yıldızından sabah yıldızına geçiş aşamaları arasında ortalama sekiz gün boyunca kaybolmakta, yani gökyüzünde görülmemektedir. Sabah yıldızından akşam yıldızına geçme aşmasında ise yaklaşık 50 gün boyunca gökyüzünde gözükmemektedir.

Buraya kadar olan bilgilerden göğün bu parlak `yıldızının` sabah öncesi ve aksam sonrası olmak üzere iki farklı zaman diliminde gökyüzünde göründüğünü ve bu iki farklı zaman arasında net olmayan belli bir surenin geçtiğini anlıyoruz.

Mezopotamya’da da Venüs en az Güneş ve Ay kadar önemliydi. Venüs’ün sabah yıldızı ve akşam yıldızı olarak doğuşu arkaik kültürler tarafından tespit edilmiş ve anlamlar yüklenmiştir. Venüs’ün gözden kayboluşundan günler sonra Güneş’ten önce belirmesi onlar için pek hayra alamet olarak yorumlanmamıştır. Örneğin Babil’de Tanrıça İştar ismiyle karşımıza çıkan Venüs yalnızca evliliğin ve ailenin kutsallığını değil, savaşı da temsil ederdi. Sabah yıldızı savaşçı bir tanrıçadır ama akşam yıldızı sevgi vaat eder. Sümer‘de sabah yıldızının doğuda belirmesiyle askerler savaş için hareketlenirken, batı ufkunda beliren akşam yıldızı, sevginin ve doğurganlığın sakin tanrıçası İnanna’nın aşk işareti gibiydi.

İslam öncesi Arap inançlarına baktığımızda ise karşımıza yine bir Tanrıça olan `Uzza ` çıkar.  İslam öncesi Arabistan'daki bereket tanrıçasıdır. İslam öncesi dönemde ve Mekke şehrinin üç baş tanrıçasından biriydi. O dönemlerde Uzza, Manat ve Lat, asıl ulaşılmak istenen ulu tanrı El-İlah'ın kızları olarak anılıyorlardı. Kureyşiler için Uzza en önemli puttu ve sabah ve akşamları gözüken Venüs yıldızı ile simgeleniyordu.

(Necm yani `yıldızlar` suresinde bu üç tanrıçadan bahsedir ve bu putlar açıkça reddedilmek yerine bunlara yakıştırılan allahin `kızları` söylemi asil olarak eleştirilir. Ayetlerin devamında da bu tanrıçalara konulan dişi adlar gibi meleklere `dişi` adlar konulmayacağı söylenir. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek için: http://hakikatbununneresinde.blogspot.com/2012/04/gogun-en-parlak-yldz-si-ra.html).

Uzza İslam öncesi Kureyşliler tarafından korunmak için çağrılırdı. "624'te Uhud savaşında, Kureyşlilerin savaş narası 'Uzza'nın insanları, Hubel'ın insanları!' şeklindeydi." denmektedir. Bu savaşçı söylem Venüs`un savaşçı kimliğiyle uyuşmaktadır.

Bu bilgilerden hareketle tekrar edecek olursak: Venüs Mezopotamya topraklarında Sümerlerden Araplara eski inançlarda önemli bir yere sahip olmuş, sabah veya aksam yıldızı olarak gözükmesine göre birisi sevgiyi diğeri ise savaşı temsil etmek üzere iki farklı anlam taşımıştır.

Fecr Suresi`nin 5. ayetinde gecen `cifte ve teke andolsun` cümlesindeki `çift` kelimesinin Arapçası: `şef'ı`, `tek` kelimesinin Arapçası ise : `vetri` dir. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır bu konudaki düşüncelere su şekilde yer vermektedir. :

`Bunun izahı şudur: Şef' ve vetr kelimeleri mastar ve isim olarak kullanılır. Mastar olduğu zaman eşşef, bir şeyi diğerine katmak demek olup çiftlemek ve şefaat etmek mânâlarına gelir. Vetr de, iyfar gibi teklemek ve öç almak mânâlarına gelir. Öce ve kine "tire" denilir. İsim olduğu zaman da şef', çift; vitir, tek demek olur. Nitekim iki rekat namaza şef' denildiği gibi, tek namaza da vitir denilir. Demek ki şef ve vetir; şefaat ve intikam, çiftleme ve tekleme, çift ve tek mânâlarına gelebilen bir cem ve fark ifade eder.`

Görüldüğü gibi ayette gecen `tek ve çift` söyleminde de Venüs`e yakıştırılan sevgi ve savaş benzeri iki zıt durumun anlatımı söz konusudur.

Eski inanışlarda Venuse güneşten önce sabah yıldızı olarak belirdiği vakit savaşların habercisi gözüyle bakılıyordu. Bu durum bize Kuranda helak edilen geçmiş kavimlere Allahın azabının neden sabahları indiğine dair önemli bir ipucu vermektedir. Bu konuda ilkin kurandan bir kaç örnek ayet verelim sonra da Fecr Suresi`nin devamındaki azaba uğramış kavimlere bakalim.

`Andolsun ki peygamberlikle gönderilen kullarımız hakkında şu sözümüz geçmiştir: "Onlar var ya, elbette onlar muzaffer olacaklardır ve elbette bizim ordularımız mutlaka galip geleceklerdir. Onun için sen, bir süreye kadar onlardan yüz çevir. Onlara (inecek azabı) gözetle. Yakında onlar da göreceklerdir. Ya şimdi onlar, bizim azabımıza uğramakta acele mi ediyorlar? Fakat (azabımız) onların sahasına indiği zaman, (o acı sonuçla) uyarılanların sabahı ne kötüdür!`  (Saffat 171-177)

Lut Kavminin tan yerinin ağarma vaktinde helak olusu:

`Derken, tan yerinin ağarma vaktine girdiklerinde onları (o korkunç ve dayanılmaz) çığlık yakalayıverdi. Anında (yurtlarının) üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık.` (Hicr 73-74)

Venüs`un ikili yapısının farkında mıydılar yoksa değiller miydi bilmiyoruz ama, Fecr Suresi`ndeki `tek çift` kavramlarını `şefkat, (sevgi) ve intikam (savaş)` olarak düşünen İslam düşünürleri ayetlerin devamında Allahın azap ettiği kavimlerinden topluca bahsediyor olmasını görüşlerini destekleyen bir ayet olarak görürler.

Fecr Suresi`nin yukarıdaki ayetlerinin devamında şöyle denir:

`Rabbinin, Ad’e, şehirler içinde benzeri kurulmamış olan, sütunlarla dolu İrem’e, vadide kayaları oyan Semûd’a, kazıklar sahibi Firavun’a ne yaptığını görmedin mi? Bunlar şehirlerde azgınlık eden ve oralarda pek çok bozgunculuk çıkaran kimselerdi Bu yüzden Rabbin onların üzerine azap kamçısı yağdırdı.` (Fecr 6-13)

Ad kavminin hangi vakit helak edildiği bilgisi Kuranda çok açık geçmiyor. İslam kaynaklarinda ise olay su şekilde anlatılır:

`Bir sabah Hûd (a.s.) iman edenleri bir araya topladı. Gün ağarırken ufukta siyah bir bulut belirdi. Bunu gören Âd kavmi, “işte bize yağmur geliyor” dediler. Hûd (a.s.) ''Hayır, o can yakıcı azâb veren bir rüzgârdır. Her şeyi yok eder'' dedi. Rüzgâr korkunç bir ses çıkararak vâdiyi kapladı.`

Semud kavminin helak ediliş zamanı ise Kuranda açıkça geçer:

`Onları da sabaha çıkarlarken o korkunç uğultulu ses yakalayıverdi.` (Hicr 83)

Venüs`un ikili yapısından savaşın ve kötü günlerin habercisi olan `sabah yıldızının` gün ağarırken gözükmesi Fecr Suresi`nin devamında bahsi gecen kavimlerin surekli sabah uğramış oldukları azap zamanlarıyla da uyumlu gözükmektedir.

İslam dünyası Fecr Suresinin yukarıdaki ayetlerinde bahsedilenlerin  ne olduğunu tam olarak halen bilmiyor. Bu ayetlerde ne anlatıldığı tam olarak bilinmiyor ama ilk ayetlerin sonunda akıl sahibi olanlar için bunlar üzerine düşünülmeye değer deniyor. Yemin edilenlerin ne olduğunu bilmeden onların üzerine yemin edilmeye değer olup olmadıklarını akıl etmek nasıl mümkün olsun.

Demek ki bu ayetler ilk söylendikleri zamanlar ya herkes tarafından kolaylıkla anlaşılacağı sanılıyordu ya da ayetlerin devamı aslında daha farklı şeylerden bahsediyordu.

Bilinen şu ki:

-ayetlerdeki yaklaşan sabah ve gelip gecen gece,

-bu iki zaman arasındaki belli belirsiz olan bir süre, 

-`tek çift` ifadesindeki savaşçı ve barışçı söylem,

-azap edilen kavimlerin helak ediliş vakitleri

aslında diğer gezegenlerden hiçbir farkı bulunmayan Venüs gezegenine sırf parlaklığı ve farklı konumları itibariyle yakıştırılmış olan geçmişten kalma inançlarla çok büyük benzerlikler göstermektedir.

9 Nisan 2012 Pazartesi

Allah; "Tutun, bağlayın, zincire vurun..."


"(Allah şöyle der:) Onu yakalayıp bağlayın. Sonra onu cehenneme atın. Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu.” (Hakka; 30-32)

"O gün, suçluları zincirlere vurulmuş olarak görürsün." (İbrahim; 49)

"O zaman onlar, boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suda sürüklenecekler, sonra da ateşte yakılacaklardır." (Mümin; 72)

"Muhakkak ki bizim yanımızda (ayaklara bağlanan) ağır zincirler ve alevli ateş vardır." (Muzzemmil; 12)

Yukardaki ilk ayette geçen "tutun, bağlayın" tarzı bir konuşma ancak dünyadaki bir kralın veya yöneticinin huzurunda yaşanabilecek olan bir şeydir.

Sen o insanı ilkin yaratmışsın, yaşatmışsın, sonra öldürmüşsün o da yetmemiş tekrar diriltmişsin, huzuruna getirterek gerçeği ona bizzat göstermişsin, bunca şeyi yapabilen bir kudret kalkıp da halen "tutun, bağlayın" der mi?

Niye "tutun" diyorsun, öldürüp diriltebildiğine göre zaten onun bedenine hükmedebiliyorsun, halen "tutulması" mı gerekiyor, sonra niye bağlıyorsun, birine zararı dokunacağından bir yerlere sıvışıp izini kaybettireceğinden mi korkuyorsun?

"Kendi dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarına şahitlik ettikleri gün onlar büyük azaba uğrayacaklardır." (Nur -24)

O kişi istesin veya istemesin onun bedenini kendisine şahitlik ettirebilecek kadar herşeyin kontrolü sendeyse o bedeni halen tutmana, bağlamana gerek var mı?

Konuştururken oluyor da "tutulmadan, bağlanmadan" o kişiyi hareket ettirmek mi zor oluyor?

Şimdi birileri kalkıp "bu zincire vurma onları aşağılamak içindir" diye bir kılıf uyduracak biliyorum. Adam cayır cayır yanmaya gidiyor zincirin vereceği aşağılanma duygusunu takan kim. Sonra yine birileri kalkıp "Allah burda benzetme yapmıştır" falan da demesin. Bilinenden farklı birşey anlatılacaksa "gibidir" ya da "bildiğinizden daha kötüdür, korkunçtur" gibi bir kaç kelime söylenseydi, çok mu zor.

Karşısındaki suçlu gördüğü birisine böylesi bir bir talimatı kim verir peki, başta da dediğim gibi bunu anca bu dünyadaki bir kral ya da herhangi bir yönetici söyler. Bunu da o kişi kaçmasın veya kendisine, bir başkasına zarar vermesin diye yapar.

Boyna halka takmak, tutup zincirle bağlamak bunlar eski insanların suçlulara, kölelere karşı uygulamış oldukları şeylerdi. Eski insanlar tanrılarını kendi içlerindeki güçlü insanlar gibi tasvir ettikleri için onların da benzer "tutuklama metodları" uygulayacaklarını sanmışlardı.

Allah tarafından kullanılacak malzemenin "demir" olacağından bahsediliyor olması da bu durumu zaten yeterince özetlemektedir.

8 Nisan 2012 Pazar

Kıyameti haber veren büyük "boru"!


Kurandaki ayetlerde büyük azap günü yani kıyamet yaklaştığı vakit Sur’a üfleneceğinden bahsedilir:

“Sûr’a üflendiği gün Allah’ın diledikleri müstesna olmak üzere, göklerde ve yerde bulunan tüm canlılar dehşete kapılır.” (Neml; 87)

“Sûr'a bir defa üfürülünce, yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine bir çarptırılınca, işte o gün olacak olmuş(kıyamet kopmuş)tur. “ (Hakka; 15)

“Sûr'a üflenir ve Allah'ın dilediği kimseler dışında göklerdeki herkes ve yerdeki herkes ölür. Sonra ona bir daha üflenir, bir de bakarsın onlar kalkmış bekliyorlar. “ (Zümer; 68)

“Sadece korkunç bir ses olur. Bir de bakarsın hepsi birden toplanıp huzurumuza çıkarılmışlardır.”  (Yasin; 53)

“Çağırıcının yakın bir yerden sesleneceği gün, (o sese) kulak ver. O gün insanlar hakka çağıran o korkunç sesi işiteceklerdir. İşte bu, (kabirlerden) çıkış günüdür.” (Kaf; 41-42)

Bu ayetlerden anlaşılan şudur, üflenerek çalınan Sur ses çıkartan bir şeydir, tıpkı boru gibi. Nitekim hadisler de bunu doğrulamaktadır:

“Ebû Ya'la el-Mavsıli'nin Müsned adlı hadis kitabında en çok hadis nakleden sahabe olan Ebû Hüreyre'den nakledilen bir hadis-i şerif Sur'u açıklar: Ebû Hüreyre der ki: Bir gün Peygamber bizimle oturuyor sohbet ediyordu. Etrafında sahabelerden büyük bir topluluk vardı. Bize şöyle dedi: "Yüce ALLAH gökleri yarattıktan sonra, Sur'u yarattı. Ve onu İsrâfil'e verdi. İsrâfil ağzını Sur'a dayamış ve gözlerini de Arş'a dikmiştir. Sur'a üfürmesi için verilen emri beklemektedir" Ebû Hüreyre diyor ki; ben, "Ey ALLAH'ın Rasûlü Sur nedir?" diye sordum. O da, "Boynuza benzeyen bir alettir" diye cevap verdi. Ben yine, "O nasıl bir şeydir" diye sordum. O da, "O, çok büyük bir şeydi. Beni hakkı tebliğ etmek üzere gönderen Yüce ALLAH'a yemin olsun ki, yerler ve gökler onun yanında küçük kalır. Hepsi onun içine sığabilir" diye cevap verdi.”

İslam dünyasının önde gelen hadis bilginlerinden Tirmizi’den aktarılan bir başka hadiste ise peygamberin şöyle dediği nakledilir:

“Ben nasıl neşeleneyim ki, melek Sûr’u tutmuş ağzına dayamıştır. Üflemek için tetikte olup gelen emri beklemektedir.”

Allahın "boruyla" haber verme mantığını üzerinde biraz durmak gerekiyor. Yine bir başka ayetten öğrendiğimize göre kıyamet göz açıp kapanıncaya kadar gerçekleşecek olan bir şeydir.

“...Kıyametin kopması ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan ibarettir.” (Nahl, 77)

Sonuç itibariyle kaçınılmaz bir şekilde yaşanacak olan ve çok hızlı ansızın bir şekilde gerçekleşecek olan bir şeyin öncesinde sesle haber verilmesine ne gerek var, doğrusu anlamak güç.

Bir başka ilginç nokta ise Sur’a ilk üflendiği zaman onun sesini o zamanki yaşayan insanların duyması, ikinci seslenişi ise ölmüş insanların duyacak olması.

Aslında biraz basit düşününce böylesi bir anlatım tarzının sebebi kolaylıkla anlaşılabilmektedir. Allahın yaşatacağı azap günüyle ilgili olarak uygulamış olduğu metot insanların bir topluluğu bir araya toplamak ya da bir tehlike veya savaş anında onları uyarmak için uygulamış oldukları metotla aynıdır. Allahın çalırdığı borunun da telikeyi haber verme ve insanları bir araya toplama gibi iki görevi vardır.

Bir kere şunu belirtmek gerekir ki günümüzden 4000-5000 yıl öncesinde Sümerler zamanında dahi üflemeli çalgılar bulunuyordu. 3000-2500’lere tarihlenen bir taş kabartmada trombon benzeri bir çalgının çalındığı görülmüştür. Bunlar yüksek ses verdiğinden, genellikle işçileri toplamak için çalınıyormuş. Bir Sümer ilahisinde ise öküz boynuzunun “gum ka” sesini veren bir müzik aletinden bahsedilir. Diğer bir ilahide ise keçi boynuzu eşliğinde söylendiği yazılmıştır. Kısacası “boynuza benzetilen ya da boynuzdan boru” denilen üflemeli aletin kökeni bilerce yıl öncesine dayanıyordu.

Tabi mevzunun kökleri Sümerlere kadar gidince aradaki Yahudilerin geleneklerini ve Tevratı atlamak olmaz.

Yahudiler'in en büyük bayramı olan ‘Yom Kipur-Büyük Tövbe’ sırasında, halkı toplamak için, binlerce yıldır, yaban keçisinin boynuzundan yapılan özel bir boru kullanılır. 27 saattir oruçlu olduğu için kurumuş ağzıyla bu boruyu çalabilmek, borudan çeşitli anlamlara gelen sesler çıkarabilmek büyük bir maharet ister. Sadece Yom Kipur'da çalınan bu boynuzdan boru, Yahudiler için çok kıymetli bir semboldür.

Bir iddiaya göre, bundan binlerce yıl önce, Yahudiler, 50 yılda bir ‘Büyük Tövbe’ yılı kutlardı. Tanrı, bu yıl dua eden, dinlenen kullarının günahlarını, kefaletlerini affederdi. Büyük umutlarla, şükran dualarıyla geçirilen bu yılın başladığı da, halka ‘Yobel’ adı verilen boynuzdan yapılma bir boru çalınarak ilan edilirdi. (Fransızca'dan diğer dillere geçen ve asıl anlamı ‘büyük mutluluk’ olan jübile kelimesi, İbranice'deki bu Yobel'den gelir. Hıristiyan dininde jübile, eski Yahudi inancında olduğu gibi, günahların hacca giderek affedildiği yıldır.)

Görülüğü gibi binlerce yıldan buyana “boynuzdan boru” Yahudi inancında önemli bir yer tutmuştur. İnsanların gündelik hayatlarına ait olan bir aletin tanrının da kullandığı söylenerek ona ilahi bir misyon atfedilmiştir.

Nitekim Tevrattaki anlatımlara baktığımızda Allahın insanlarla iletişime geçmek için tıpkı insanların kendi aralarında yaptıkları gibi “borular” üflettiğini görmekteyiz.

Allah üstüne ineceği dağa insanların yaklaşmamaları konusunda Musa’ya şöyle seslenir :

“Ya taşlanacak, ya da okla vurulacak; ona insan eli değmeyecek. İster hayvan olsun ister insan, yaşamasına izin verilmeyecek.’ Ancak boru uzun uzun çalınınca dağa çıkabilirler….. (13) Üçüncü günün sabahı gök gürledi, şimşekler çaktı. Dağın üzerinde koyu bir bulut vardı. Derken, çok güçlü bir boru sesi duyuldu. Ordugahta herkes titremeye başladı. (16) (Mısırdan çıkış 19)

“Kenti’nin kapıları İsrailliler yüzünden sımsıkı kapatılmıştı. Ne giren vardı, ne de çıkan. RAB Yeşu’ya, “İşte Eriha’yı, kralını ve yiğit savaşçılarını senin eline teslim ediyorum” dedi, “Siz savaşçılar, kentin çevresini günde bir kez olmak üzere altı gün dolanacaksınız. Koç boynuzundan yapılmış birer boru taşıyan yedi kâhin sandığın önünden gitsin. Yedinci gün kentin çevresini yedi kez dolanın; bu arada kâhinler borularını çalsınlar. Kâhinlerin koç boynuzu borularını uzun uzun çaldıklarını işittiğinizde, bütün halk yüksek sesle bağırsın. O zaman kentin surları çökecek ve herkes bulunduğu yerden dosdoğru kente girecek.” (Yeşu 6; 1-5)

Boynuzdan yapılma boruların eski insanlar tarafınca kullanıldığını birkez daha öğrenmiş oluyoruz. Tabi Allahın kerametini göstermesi için boru sesini duyan halkın bağırtılarına göre surları çökertiyor olması ilginç.

“Yahuda’da duyurun,
Yeruşalim’de ilan edin,
‘Ülkede boru çalın!’ deyin,
‘Toplanın’ diye haykırın,
‘Surlu kentlere kaçalım!’” (Yeremya 4;5)”

Buradaki ifadelerden ise toplanmak için insanların boru çaldığını anlıyoruz.

“Ey İsrailoğulları, o gün RAB gürül gürül akan Fırat ile Mısır Vadisi arasında harman döver gibi, sizi birer birer toplayacak. Evet, o gün büyük bir boru çalınacak; Asur’da yitenlerle Mısır’a sürgün edilenler gelip kutsal dağda, Yeruşalim’de RAB’be tapınacaklar. (Yeşaya 27; 12-13)”

Buradaki ifadelerden ise yalnız insanların değil Allahın da boru çaldırtarak insanları bir araya toplayacağını görüyoruz.

Tevrattaki başka ayetlerde de boru çalma mevzusu sık sık geçmektedir, boru çalınması Allahın bir ikaz aletidir.

Böylesi söylemlerin altında yatan temel mantık insanların yarattıkları tanrıları kendileri gibi görmeleri ve onların da insanlar gibi davrandıklarını sanmalarıdır. Büyük fırtına ve kasırgalar esnasında rüzgarların çıkartmış oldukları uğultuları veya gök gürlemelerini Tanrıların çalgı aletlerinden çıkan sesler olarak düşünmüş olma ihtimalleri de yüksektir.

Herşeye gücü yeten bir Allah’ın son hükmünü gerçekleştirirken binlerce yıl önceki insan mantığına benzer bir yol izleyecek olmasına inanmak zor.

İnsanlar kendilerinde neyi görmüşlerse Tanrılarına da onu yakıştırmışlardır. Şayet boynuzdan yaptıkları borularla birbirlerine haber salan bu eski insanlar Ortadoğu’da değil de Afrika topraklarında yaşıyor olsalardı Allahın kıyameti “vuvuzela” ile haber vereceğine inanıyor olurlardı.

İnsana ait böylesine ilkel bir haber verme aletinin, kıyamet günü gibi geleceğin en son anında ve Tanrı elinde var olacağını söylemek, bu dinlerin sadece kendi zamanlarının birer ürünü olduklarını göstermeye yetiyor.

Kıyamet günü bebekli annelerin çilesi!


"Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Çünkü kıyamet sarsıntısı çok büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirmekte olduğu çocuğundan geçer ve her hamile kadın da karnındaki çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş görürsün; halbuki onlar sarhoş değillerdir. Ne var ki Allah'ın azabı çok şiddetlidir.” (Hac Suresi 1-2)

Bu ayetlerde dikkat çeken bir söylem var, kıyamet zamanına ilişkin özellikle çocuğunu emziren ve hamile olan kadınların durumundan bahsediliyor. Genelde kıyamet zamanı dağların, denizlerin, göklerin başından geçecekleri anlatan Allah bu ayetlerinde insanların tamamını geçmiş, kafirleri geçmiş, kadınları geçmiş onların içerisinden bula bula bebek sahibi ve nispeten en masum sayılabilecek olan annelerin başına geleceklerden bahsetmektedir.

Kadınların yaşayacakları korkudan ötürü bebeklerini bırakacakları, hamile olan kadınların ise çocuklarını düşürecekleri söylenmekte. Sanki o vakit geldiğinde tüm bebek sahibi kadınlar daha fazla acıyı hak etmişler de ilave bir dehşeti yaşamaktalar. Hadi diyelim korkudan ötürü hamile olanlar ister istemez bebeğini düşürüp kaybetti, emzirdiği bebeğini bırakan anne nereye gidiyor? Yoksa Kuran'da bahsi geçmeyen bir yerlere kaçış filan mı var?

Bu anlatımlarda bazı sıkıntılar gözüküyor bu yüzden Kuran'da bahsi geçen “kıyamet zamanına has anaların dramı” konusunda biraz geçmişe gitmekte fayda var. İlkin Tevrat’a bir göz atalım:

Tevratta bir çok ayette insanların içine düştükleri kötü haller kadınların çektiği doğum sancılarına benzetiliyor. Birkaç örnek:

“Doğum sancısı tutan kadın gibi, Bir titreme aldı onları orada.” (Mezmurlar 48:6)

“Doğum vakti yaklaşan gebe kadın Çektiği sancıdan ötürü nasıl kıvranır, feryat ederse, Senin önünde biz de öyle olduk, ya RAB.” (Yeşaya 26:17)

"Sana dost olması için yetiştirdiğin kişileri RAB başına yönetici atayınca ne diyeceksin? Doğuran kadının çektiği sancı gibi Seni de ağrı tutmayacak mı?" (Yeramya 13:21)

Tevratta kıyamet gününü anlatan bir bölümde ise şunlar söylenmekte:

“Uluyun! çünkü Rabbin günü yakındır; her şeye Kadir olan tarafından bir yıkım gibi geliyor. Bundan ötürü bütün eller gevşeyecek, ve her insan yüreği eriyecek; ve şaşıracaklar; onları ağrılar ve elemler tutacak; doğuran kadın gibi ağrı çekecekler; şaşkın şaşkın birbirlerine bakacaklar; yüzleri alev yüzü. Memleketi çöl etmek için, ve onun içinden suçlu olanlarını helâk etmek için, işte, Rabbin günü, acımayan gün, gazapla ve kızgın öfke ile geliyor.” (Yeşaya 6-11)

Görüldüğü gibi Tevrat’taki kıyamet gününe ilişkin anlatım diğer ayetlerde sık sık dile getirilmiş olan bir benzetmeyi tekrar ederek o gün geldiğinde insanların çekecekleri acı çocuk doğuran kadınların acısına benzetilmiştir.

Kısacası Tevrat’taki anlatımda kıyamet günü çocuk doğuracak olan kadınların yaşayacağı herhangi bir şeyden bahsedilmemektedir, kadınların çocuk doğururken çektikleri acıya benzer biçimde insanların yaşayacağı acıdan bahsedilmektedir. Tevrat’ın böylesi bir söylemde bulunması en azından kendi içindeki benzer söylemlerine göre normal sayılabilir.

Bir de İncil’deki kıyamet gününe ilişkin neler söylenmekte ona bakalım:

“Göksel egemenliğin bu Müjdesi bütün uluslara tanıklık olmak üzere dünyanın her yerinde duyurulacak. İşte o zaman son gelecektir. Peygamber Daniel`in sözünü ettiği yıkıcı iğrenç şeyin kutsal yerde dikildiğini gördüğünüz zaman -okuyan anlasın- Yahudiye`de bulunanlar dağlara kaçsın. Damda olan, evindeki eşyalarını almak için aşağı inmesin. Tarlada olan, abasını almak için geri dönmesin. O günlerde gebe olan, çocuk emziren kadınların vay haline! Dua edin ki, kaçışınız kışa ya da Şabat Günü`ne rastlamasın.” (Matta : 24)

İncil’deki kıyamet zamanına işlin anlatımda da yine “doğuran ve emziren kadın” hadisesiyle karşılaşıyoruz. Yalnız içerik olarak benzese de buradaki anlatım Tevrat’takinden farklı olup Kuran’daki anlatıma daha fazla benzemektedir.

Tevrat’ta kıymet günü çekilen acı “çocuk doğuran kadınların” acısına benzetiliyordu, İncil’de ise insanlardan o gün dağlara “kaçması” isteniliyor ve geride kalıp kaçamayacak olan hamile ve bebek emziren kadınların haline acınıyor. Şahsen İncil’deki anlatımın bu yönde olduğunu düşünmekteyim.

İncil’deki anlatım da Tevrat’taki anlatım gibi kendi içinde mantıklı gözükmektedir. Çünkü insanların dağlara kaçması istendiğinde bebek emziren ve hamle kadınların diğer insanlar gibi kaçıp dağlara sığınamayacağı ortadadır.

“Kıyamet günü ve gebe anneler” konusunda her ne kadar Tevrat ve İncil’deki anlatımlar kendi üslup ve hikayelerine göre anlaşılır gözüksede Kuran’daki anlatım tamamen farklıdır.

Kuran'daki anlatım ne yazık ki öncesi ve sonu belli olmayan, adeta kulaktan duyma bazı bilgilerin aslına göre değil de duyulduğu gibi aktarılmış haline benzemektedir; kıyamet günü "anneler bebeklerin bırakır, gebe kadınlar çocuklarnı düşürür" denir ve konu kapatılır.

Çoğu konuda olduğu gibi bu mevzuda da "ne neye benzetilmektedir, neden böyle olmaktadır" anca önceki kitaplar okunduğu zaman daha net olarak anlaşılmaktadır.

İncil’deki anlatıma baktığımızda aslında ortada Kuran’ın bahsettiği gibi gebe kadınların bebek düşürmesi veya çocuk emziren kadınların bebeklerini terk etmesi diye bir durum söz konusu değildir. İncil’de hamile ve bebekleri olduğu için kaçamayacak olan kadınlar, Kuran’da oldukları yerde bebeklerini düşüren ve onları terk eden kadınlara dönüşmüştür.

Kitaplardaki anlatımlara bir de tarihi tersine çevrip bakarsanız durumu biraz daha net görmüş olursunuz. Mesela Kuran'daki ayetin İncil'de, İncil'deki ayetin İse Kuran'da olduğunu düşünün. "hah şimdi mevzuyu çaktık" der sonraki indirilenin gerçekten de önceki değiştirilmiş, eksiltilmiş olanları düzelttiğini daha güçlü iddia ederdiniz. Ama gerçek durum bunun tam tersi ne yazık ki, sadece son indirileni okuyunca birşeyler hep yarım kalıyor, geçmişi okuyunca ise mevzu daha anlaşılır oluyor.

İşin bir başka tarafı da var tabi, Tevrat'tan İncil'e, İncil'den Kuran'a... bin yıllık bu sözlü anlatım geleneği süre gelmiş olsun, ne yazık ki kadın her konuda olduğu gibi son gün de acıların daha fazlasına layık görülmüştür

Ay tanrısı "SİN"

Ay Tanrısı Sin'in Mührü

SİN (Nanna): Sümer mitolojisindeki (M.Ö. 3500) ay-tanrısıdır. Kaderin tanrısı olarak da anılan Nanna, Enlil ve Ninlil'in oğludur. Nanna Sümerce "aydınlatıcı" mânâsına gelir. Takvimin ve bereketin de tanrısı olan Sin'in sembolleri ayı sembolize eden hilal, boğa ve üç ayaklı bir iskemledir.

Tarihte ilk kez Sümerler "ay" takvimi kullanmış ve bir ayı 30, bir yılı ise 360 gün olarak hesaplamışlardır. Böylelikle sümerlerin ay takvimine göre bir yılda 12 ay bulunur. Ay tanrısına sahip olan sümerler için ayın bir yıl boyunca gökyüzünde yapmış olduğu değişiklikler bu yüzden çok önemliydi.

Kurana baktığımızda da Allah'ın ayların sayısının kendi katında 12 olduğunu bildirmiş olduğunu görürüz.

"Şüphesiz Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı on ikidir." (Tevbe-36)

Kamerî bir ayın hesaplanmasında, gökteki ayın dünyâmızın çevresindeki döndüğü zaman esas alınmıştır. Kamerî aylar bâzan 29, bâzan da 30 gün çeker. İslâm dîninde ibâdetlerin kameri aylara, ay takvimine göre yapılması emredilmiştir.

“Sana hilalleri sorarlar. De ki: Onlar insanlar için; özellikle hac için vakit ölçüleridir.” (Bakara Suresi -189)

Sümerlerdeki gibi islamiyette de ayları esas alan takvim anlayışı "allahın birer emri" olarak aynen devam etmiştir.

Sadece kutsal sayılan ay kökenli takvim anlayışı değil, sümerlerden sonra yaşayan medeniyetlerce ay tanrısına da tapılmaya devam edilmiş, ay tanrısı SİN, "Al-ilah, El-ilah" (en güçlü ilah) olarak da adlandırılmıştır. Sümer-babil'lerden kalma bir ilahide şöyle denir:

Ay Tanrısı Nanna İlahisi

Ulu efendimiz, tanrıların en yücesi,
Göklerin, yeryüzünün tek ulu kudreti.
.
.
Ey yaratıklara en yüksek yeri veren, cana can katan ana!
Ey ülkenin hayatını elinde tutan merhametli, duygulu baba!
Ey ta uzaklardaki gökler ve denizler gibi heybet ilham eden
ulu efendimiz tanrımız!
.
.
Ey toprağı yaratan, tapınaklar kurup onlara adlar takan!
Ey hakanları seçip atayan, uzak günlerin alınyazısını yazan!
Ey bilinmez düşüncelerini hiçbir tanrının açıklayamadığı
yüce hakan!
.
.
Ey dizleri bükülmeyen, kardeş tanrılara yollar açan!
Ey göklerin tabanından tavanına yükselerek,
cennet kapılarını açıp bütün insanları aydınlığa kavuşturan!
Ey herkese varlık veren, yaşayan yaratıkların
hepsini gören, hepsini düşünen baba!
.
.
Ey yerle göğün kaderini çizen, buyruğunu kimsenin
değiştiremeyeceği ulu efendimiz!
.
.
Kim yücedir göklerde? Sen, yalnız sen!
Kim uludur dünyada? Sen, yalnız sen!
.
.
Kahraman Şamaş yakarıyor sana: Huzur bahşet, efendimiz!
yer gök tanrıları sesleniyor sana: Huzur bahşet, efendimiz!"

Gerçekten de çok güzel bir ilahi; tek kudret sahibi, kaderi çizen, herşeyi gören düşünen hiç de yabancı olmadığımız bir tanrı anlayışından bahsetmekte.

Şimdi de hakkında bunlar söylenen bu Ay Tanrısı Sin'nin sayfanın başındaki mührüne bir bakalım. Bu mühür size biryerden tanıdık geliyor mu?

En eski putperestler zamanında dahi Ayı simgeleyen bir sembolün, yani "hilalin islamın sembolü olmasına allah neden izin vermiştir?

Ayrıca kuranın kalbi olarak bilinen fakat ne anlama geldiği bilinemeyen surenin adı neden "Ya-SİN" olmuştur?

Geçmişte aynı topraklarda putperestlerce inanılan ve "Ay"la birlikte anılıp tapılan böylesi bir tanrı varken, Kuran ayetleri, ibadetleri ve sembolleri neden tüm bu şekil ve söylemlerin dışında kalmayı becerememiştir?