11 Mayıs 2012 Cuma

Herşeyi bilen Allah neden sorular sorar?


Allahın, kainatta yarattığı herşeyi en ince ayrıntısına kadar bilip tüm canlılara hakim olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Kuran ayetleri de bunu açıkça söyler.

Hud -5:

“..O, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilendir.”

Mücadele -7:

“..Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir."

Hucurat -16:

“..Oysa Allah, göklerdeki ve yerdeki her şeyi bilir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.”

Bakara -33:

“Allah, şöyle dedi: “Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.” Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, “Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?” dedi.”

Peki, her şeyi kendi yaratan ve yarattıklarının saklısını da açığını da bilen bir tanrının sorular sorup onlara sözlü cevaplar araması normal midir? Kuranda karşımıza her şeyi bilen değil tam tersine insan gibi merak eden ve sorular soran bir Allah çıkıyor.

Taha -17:

“Şu sağ elindeki nedir ey Mûsâ?”

Bakara -260:

“İnanmıyor musun, İbrahim?”

Maide suresi -116:

"Ey İsa! Sen mi insanlara, 'Allah'tan başka beni ve annemi de iki tanrı edinin' dedin?"

Taha-9:

"Ey Muhammed “Mûsâ’nın haberi sana ulaşmadı mı?”

Sad -21:

"Ey Muhammed “Sana davacıların haberi geldi mi? Hani onlar duvarı aşarak mabede girmişlerdi."

Enam -130:

"Ahiretteyken “Ey cin ve insan topluluğu! ...sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?” (Aynı soruyu Zümer suresinin 7. ayetinde bu sefer allah değil cehennemin bekçileri soruyor.)

Allah sadece kullarına sormuyor, şeytana ve meleklerine de sorular yöneltip cevaplarını arıyor:

Hicr -32:

“Ey iblis! Sen niçin secde edenlerle beraber olmadın?”

Sebe -40:

“Ey melekler! Bunlar mı size ibadet ediyorlardı?”

Allahın sadece kullarına, şeytan ve cinlerine, meleklerine sorular sorduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz, her şeyi bilmeye kadir olan allah başka şeylere de sormaktan geri duymuyor:

Kaf -30 :

“Ey cehennem! Doldun mu?”

Sanki allah, kullarını, cinleri, melekleri, şeytanı ve tabi ki cehennemin genişliğini kendi yaratmamış gibi… böylesine üstün bir kudretin yalnızca sorduğu soruların doğru cevabını değil, bu sorulara doğru ya da yanlış ne cevaplar verileceğini de biliyor olması gerekmez miydi?

Denizlerin tutuşturulup, kaynatılması!


Kuranda kıyamet günü yaşanacak olan doğa olayları çeşitli ayetlerde anlatılmaktadır. Bu anlatımlarda göğün yarılmasından, güneşin dürülüp karartılmasından, yıldızların düşürülmesinden ve dağların yürütülmesinden söz edilir.

Bu söylemlere ilave olarak bir de o gün “denizlerin tutuşturulup, kaynatılacağından” bahsedilir.

“Güneş, dürüldüğü (köreltildiği) zaman, yıldızlar, bulanıp söndüğü (döküldüğü) zaman, dağlar yürütüldüğü zaman, gebe develer salıverildiği zaman, yaban hayatı yaşayan tüm canlılar toplandığı zaman, denizler kaynatıldığı (tutuşturulduğu) zaman.” (Tekvir 1-6)

“Gök yarıldığı zaman, yıldızlar dökülüp saçıldığı zaman, denizler kaynayıp fışkırtıldığı zaman” (İnfitar 1-3)

Bu ayetleri okuyunca insanın aklına şu soru geliyor; o gün denizleri tutuşturup kaynatacak olan nedir? Yoksa bu ifadenin öncesinde geçen ve gökler çatladığı vakit denizlere düşeceği sanılan güneş veya yıldızlar mı?

Diğer ayetlerdeki “en yakın göğün yıldızlarla donatılmış olması”, “düşmesin diye göğün tutuluyor olması" “o gün göğün eriyecek olması” söylemleri de bu soruyu haklı kılmaktadır.

“Biz en yakın göğü zinetlerle, yıldızlarla donattık.” (Saffat -6)

“Görmüyor musun ki, Allah bütün yerdekileri ve emri uyarınca denizde akıp gitmekte olan gemileri sizin hizmetinize vermiştir. İzni olmaksızın yerin üzerine düşmesin diye göğü O tutuyor...” (Hacc -65)

“Gök, o gün, erimiş maden gibi olur.” (Mearic -8)


Yukarıdaki soruya beni asıl iten şeyse Güneş Tanrısı Şamaş’a yakılmış olan bir Sümer ilahisi oldu. Şamaş Arapça'ya "Şems" olarak geçmiştir.

En iyi şekilde muhafaza edilmiş Sümer ilahilerinden birisinde Güneşin gündüz dünyayı ısıtırken gece de yer altı alemine gidip orasını ısıttığından bahsedilir. İlahide şöyle denir:

“Her gün yorulmana rağmen yüzün karar mıyor, Geceleri batıp okyanusları ısıtıyorsun.”

Sümerler güneşin denizin içine girdiği vakit onu ısıttığını sanıyorlardı. Daha sonra yaşamış olan Arapların da güneşin veya yıldızların düştüğü vakit denizleri ısıtıp, kaynatacağını düşünüyor olmalarına şaşmamak gerek.

Bu Sümer ilahisinde yer alan ve Kurandaki ayetlerle benzerlik taşıyan birkaç noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. İlahi de Güneş tanrısı “Şamaş”ın gece gündüz hiç ara vermeden hareket halinde olduğuna ve yorulmadığına dikkat çekilir.

Fusillet 37-38: “Gece, gündüz, güneş ve ay Allah’ın varlığının delillerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin. Eğer gerçekten Allah’a kulluk ediyorsanız, onları yaratan Allah’a secde edin. Eğer onlar büyüklük taslarlarsa, bilsinler ki Rabbinin yanında bulunanlar, gece gündüz hiç usanmadan O’nu tespih ederler.”

Sümer İlahisi: “Ey Şamaş, senin doğuşuna diz çökmüşler, Şamaş (senin batışında kavimler secde ederler) “

Taha -130: “O hâlde, onların söylediklerine sabret ve güneşin doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamd ile tespih et. Gece vakitlerinde ve gündüzün uçlarında da tespih et ki hoşnut olasın.”

Sümer İlahisi: “Sen doğarken bütün tanrılar toplanırlar.”

İsra -78: “Güneşin zevalinden gecenin karanlığına kadar namazı kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı şahitlidir.”

İlahinin tam metni: Sümerlinin Dünya Görüşü ve Babil Edebiyatına Toplu Bir Bakış

https://docs.google.com/viewer?a=v&q=cache:zME0KaMvQzgJ:dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1233/14087.pdf+sihir+s%C3%BCmerler+sopa+ilahi&hl=tr&gl=tr&pid=bl&srcid=ADGEEShV1vmtiBUHvt9rkjDg_ov_95h3sGUM36lxnHqFei3Pt60HfpaFFH1fl4oP7xUPdwYWQOFHnztpPR1gft-ch4RJg5L-lche4QiWBYpRFNaYA0ipP8fsZZA7cz9IN3nrtBorLfx5&sig=AHIEtbTFFp81NrNY6S8j1a2N5c1x6LsIvQ

Cennetteki altınlar, gümüşler ve inciler!


"Şüphesiz, Allah iman edip salih ameller işleyenleri içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacak, orada altından bileziklerle, incilerle süsleneceklerdir. Oradaki giysileri ise ipektir." (Hac -23)

"İşte onlar için içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada tahtlar üzerine kurularak altın bileziklerle süslenecekler, ince ve kalın ipekten yeşil giysiler giyeceklerdir. O ne güzel karşılıktır! Cennet de ne güzel bir yaslanacak yerdir!" (Kehf -31)

"Onlar, Adn cennetlerine girerler. Orada altın bilezikler ve incilerle süslenirler. Oradaki elbiseleri de ipektir." (Fatır -33)

"Üstlerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır. gümüş bileziklerle süsleneceklerdir. Rableri onlara tertemiz bir içecek içirecektir." (İnsan -21)

Cennete gitmeyi umut eden arkadaşlara sormak istiyorum, cennet gibi herşeyin zaten istendiğinde verileceği bir yerde bukadar altını, gümüşü ne yapacaksınız?

Çıkarıp bozdurup canınız çeken birşeyleri satın alsanz olmaz, takıp yanınızdakilere hava atsanız o da olmaz.

İlla insanlar dünyadayken paraya mala kapılıp da kitabı imanı unutmasınlar diye öbür tarafta da onlara altın vaad etmek mi gerekiyordu?

Arada gözden kaçan bir ayrıntı var yalnız; cennette "kolunuzda altınlar olacak" demekle "cebinizde hergün 10 bin dolar olacak" demek arasında pek bir fark göremiyorum.

Hadi cennette insanlara sunulacak olan cariyeleri, meyveleri anladık ama altın, para gibi şeyler doğrudan haz veren şeyler değildir, onları asıl değerli kılan bu dünyada nadir olarak bulunmaları ve arzu edilen her ne ise onu satın alabilecek olmalarıdır. Cennette satın almak gibi birşey söz konusu değilse, hertürlü "haz" zaten verilecekse insan altının, incinin süsünü ne yapsın.

süs mevzusuna değinecek olursak, bu ayetler sadece o çağın insanlarına sesleniyor olmalı. Gümüşün hükmü zaten eskisi kadar değil onu geçiyorum, madem maksat illa değerli birşeylerle süslenmek kıyamete kadar bu dünyada insanlar için tek değerli olan şey hep altın mı kalacak? mesela elmas, zümrüt, safir bunlar altın ve gümüşün yerini tutmuyorlar mı? Anlaşılan o ki sıcak çöl ikliminde yaşayanlara seslenen böylesine bol hurili, bol ırmaklı, bol gölgelikli ve bol altınlı bir cennet vaadi yeterince evrensel olamamış.

Ne altınıydı gümüşüydü deyip ayrıntıya girerek kendini ele veriyorsun ki, her seferinde "cennette arzu ettiğiniz ne ise o size verilecek" de işi bitir. Bundan daha evrensel bir anlatım mı olur.

ne dersiniz altınlı, gümüşlü ve incili cennet tasviri sizce de biraz fazla dünyevi kaçmıyor mu?

Bu tarafta "direksiz" gökyüzü.... öbür tarafta "direkli" cehennem!


Rad Suresi -2:

"Allah, gökleri gördüğünüz herhangi bir direk (amedin) olmadan yükselten, sonra Arş’a kurulan, güneşi ve ayı buyruğu altına alandır.."

Humeze Suresi -9:

"Şüphesiz uzatılmış direkler (amedin) arasında ateş onların üzerine kapatılacaktır."

Koskoca göğü "direksiz" tutabilen bir Allah cehennemin ateşinde insanları kavururken neden "direkleri" kullanma ihtiyacı duyar?

Gökyüzünün tutulması söz konusu olduğunda kendi kudretinden bahseden bir Allah neden mevzu ateşte "çevirme" yapmak gibi yeryüzüne ait birşeyi anlatmaya gelince insani davranır?

Bu soruları sorarken ayetlerde geçen direklerle bildiğimiz dünyadaki direkleri kıyasladığım düşünülmesin. İki farklı ayette geçen direkleri birbiriyle kıyaslıyorum. Bu direk ister odundan sopa olsun isterse demirden kazık, fark etmez. Allah biryerde birşeyleri o "direkleri" olmaksızın yapıyorum demiş, bir başka yerde ise bu sefer yok "direkli" yapıyorum demiş,,, ben de bunu soruyorum, gökleri tutmak gibi daha zor olanı direksiz yapıyorsun da insanı ateşe atmak gibi kolay olanı niye direkli yapıyorsun? seni bu farklı anlatıma iten nedir?

Allah ve şeytan Adem'in cennetten kovulacağını önceden biliyorlar mıydı?

Bilindiği gibi Adem yaratıldıktan sonra Allah meleklerin ona secde etmesini ister ancak Şeytan melek olmadığı halde bu emri üzerine alınır ve secde etmez. Hicr Suresi'nde bu olayın devamı şöyle anlatılır:

32: Allah, “Ey İblis! Saygı ile eğilenlerle beraber olmamandaki maksadın ne?” dedi.

33: İblis dedi ki: “Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş balçıktan yarattığın insan için saygı ile eğilemem.”

34,35: Allah, “Öyleyse çık oradan, çünkü sen kovuldun. Şüphesiz hesap gününe kadar lânet senin üzerinedir” dedi.

36: İblis: “Rabbim! Öyle ise onların tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver” dedi.

37,38: Allah da, "O halde sen vakti (yalnızca benim tarafımdan) bilinen güne (kıyamete) kadar mühlet verilenlerdensin" dedi.


Buraya kadarki kısımda henüz şeytan cennetteki Adem'i kandırmış değildir, sadece ona secde etmediği için Allah katından kovulmuş olması ve Allahla şeytanın birbiriyle olan atışması söz konusudur.

Bu atışmadan sonra Allah’ın cennetteki Adem’den uymasını isteyeceği tek bir yasak olacaktır. Bu yasağın çiğnenmesine kadar cennet gibi bir yerde ne bir “ceza günü (kıyamet)” ne de “yeniden dirilme günü” mevzusu vardır.

Ancak yukardaki ayetleri okuduğumuzda, Adem’in şeytana kanması sonucu yeryüzüne gönderilmesi ve insanlığın sınava tabi tutulması daha işin içinde yokken Allah şeytanla yaptığı konuşmasında bir "hesap günün"den bahsetmektedir.

Allah "ilâ yevmi ed dîni" diyerek ceza gününe kadar şeytanı lanetlemektedir. Bu tabirin geçtiği Fatiha (4), Zariyat (12), Vakia (56), İnfitar (15), Mutaffifin (11) gibi diğer ayetlerin tamamında insanların yaşayacağı "kıyamet gününden" bahsedilmektedir.

Allahın bahsettiği “din günü, ceza gününün” secde etmediği için sadece şeytanın hesaba çekileceği bir günden çok insanların da hesaba çekileceği kıyamet gününü işaret ettiği açıktır. Din kelimesi Arapça'da ceza, tâat, hal, âdet, hesap, siyaset, kahr ve bütün bunlarla ilgili, hepsine temel ve ölçü olan "millet, şerîat" anlamlarına gelmektedir. Gün (yevm) ise, yirmidört saatlik zaman anlamına geldiği gibi ay, yıl, asır, devir gibi anlamlara da gelir.

İkincisi ayetlerin devamında bu sefer de şeytanın henüz Adem'in yeryüzündeki sınava gönderilmesi söz konusu değilken insanların “yeniden diriltileceği” günden bahsettiğini görürüz.

İnsanların yeniden diriltileceği gün yine bu konuşmalardan sonra yaşanacak olan Adem’in yeryüzüne gönderilmesi ve kendisiyle birlikte tüm insanlığın sınavdan geçirildikten sonra hepsinin hesaba çekileceği gündür. Ayetteki “ilâ yevmi yub'asûne” ifadesinin geçtiği Neml (65), Şuara (87) ve Nahl (21) gibi diğer ayetler kıyamet sonrası yaşanılacak olan insanların diriltilmesi olayını anlatmaktadır.

Hadi diyelim ki Allah geleceği de bildiği için Adem daha hata yapmadan evvel ileride bir “hesap günü” olacağını biliyordu ve henüz şeytan mühlet istemeden önce bilerek o güne kadar onu lanetledi,varsayalım buna böylesi bir kılıf bulduk;

peki şeytan daha Adem cennetteyken henüz onu kandırıp ordan çıkartmamışken, onun soyundan gelenlerin ölüp, yeniden diriltileceğini nerden bilmektedir?

İsterseniz bu anlatımları bir de şöyle düşünün; Adem’in şeytana kanıp yeryüzüne gönderileceğini, insanların hesap günü yeniden diriltileceğini, kısacası olup biteceklerin hepsini bir yerden dinlemişsiniz ve biliyorsunuz. Bunu tekrar anlatmanız gerekseydi nasıl anlatırdınız?

Aynen bu ayetlerde olduğu gibi sonra söylenmesi gerekeni en başta söyleyerek, Adem’in çiğnediği yasağı atlayıp, Allahın kıyamete kadar şeytana mühlet vermesi, şeytanın da yeniden dirilinceye kadar insanları kandırması gibi genel ve bilindik şeyleri öncelikli olarak mı anlatırdınız yoksa madem ki gerçekte yaşanmış olan şeylerden bahsediyorsunuz bunu sırasına en uygun şekilde mi anlatırdınız?

Geriye bir ihtimal daha kalıyor tabi, yoksa Allah ve şeytan Adem'in cennetten kovulacağını önceden biliyorlar mıydı? Adem ve insanlık oyuna mı gelmişti.

Ademe adların öğretilmesi, meleklerin yola getirilmesi!

İlkin kısaca Allah’ın Adem’e adları öğretme olayı Tevrat’ta nasıl geçmektedir ona bakalım:

“Sonra, “Adem’in yalnız kalması iyi değil” dedi, “Ona uygun bir yardımcı yaratacağım.” RAB Tanrı yerdeki hayvanların, gökteki kuşların tümünü topraktan yaratmıştı. Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Adem’e getirdi. Adem her birine ne ad verdiyse, o canlı o adla anıldı. Adem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökte uçan kuşlara ad koydu. Ama kendisi için uygun bir yardımcı bulunmadı.” (Tevrat; Yaratılış 2; 18-20)

Tevrat’taki anlatımda canlıları yaratan Allah, onlara adları koyan ise Adem’dir. Kuran’daki Bakara Suresi’ndeki anlatım ise Tevrat’takinden farklıdır; adları koyan Adem değil Allah’tır, işin içerisine melekler de karışır ve onlara ders verilmesi daha fazla ön plana çıkar.

30- “Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler, Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.

31- “Allah Adem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi.

32- “Melekler, “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin” dediler.

33- “Allah şöyle dedi: “Ey Adem! Onlara bunların isimlerini söyle.” Adem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, “Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?” dedi.


İlkin şunu sormak gerekiyor, burada Allah her ne kadar Ademi kendisine aracı olarak kullanıyor olsa da aslında kendisi ile ona daima ibadet eden yarattığı melekleri kıyaslamış olmuyor mu?

Bir kere Adem hangi adı söylerse söylesin melekler onun doğru olduğunu söyleyemezler çünkü doğru söylemeleri demek onların da bu adları bildikleri anlamına gelir, yanlış olduğunu da söyleyemezler çünkü Adem'in dediği doğru olacağı için kend bildiklerinin yanlış olması Allahın yanlış öğrettiği anlamına gelir.

Bu durumda meleklerin sahip oldukları bütün bilgilerin tek kaynağı Allahsa, Allah’ın bir şeyleri daha çok bildiğini göstermek için meleklerle kendisini kıyaslamasının bir anlamı var mı?

1 Mayıs 2012 Salı

Allahın mucize malzemeleri!


Kuran'daki anlatımlara göre Allahın eski peygamberlere göstermiş olduğu mucizeler bazı "aracı" şeylerin kullanımı ile gerçekleşmektedir. Bu mucizeler Allah tarafından “değnek”, “sığır parçası”, bir demet “sap” veya “ayak” vasıtasıyla oluşturulmakta.

“Hani, Mûsâ kavmi için su dilemişti. Biz de, "Asanı kayaya vur" demiştik, böylece kayadan on iki pınar fışkırmış, her boy kendi su alacağı pınarı bilmişti...” (Bakara 60)

"Sığırın bir parçası ile öldürülene vurun" dedik. İşte, Allah ölüleri böyle diriltir, düşünesiniz diye mucizelerini de size böyle gösterir.” (Bakara 73)

“Bunun üzerine Mûsâ'ya, "Asan ile denize vur" diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibiydi.” (Şuara 63)

“Kulumuz Eyyub'u da an. Hani o, Rabbine, "Şeytan bana bir yorgunluk ve azap dokundurdu" diye seslenmişti. Biz de ona, "Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içecek soğuk bir su" dedik. “(Sad 41-42)

“(Eyyub’a) şöyle dedik: "Eline bir demet sap al ve onunla vur, yeminini bozma."…” (Sad 44)


Eski insanların inançlarında bir anda olup biten büyülerin yani “sihirlerin” ayrı bir yeri vardı. Bu tür şeylerin yapılabilmesi ise bazı malzemelerin kullanımı ile mümkündü. Sihir denilen şey izleyiciyi olağandışı bir duruma ikna ettirmeye yarayan bir "oyundu" ve bu oyunun oynanabilmesi için de bazen bir sopaya bazen bir kuşa, bazen bir örtüye bazense bir ipe ihtiyaç vardı. Bir tavşanı bir anda yok edip tekrar var edebilmek mümkün değilse o zaman o tavşanın içinden çıkarılacağı bir “şapka” mutlaka olmalıydı. Kısacası insanlar arasında ilave malzemeler kullanmadan bir şeyleri yok edip var eden bir sihirbaz bugüne kadar hiç gelmemişti.

Peki insanlar açısından durum buyken Allahın sihri, mucizeleri neden "bir anda" olmak yerine insanlarınkine benzer şekilde bir takım şeylerin kullanımı ile gerçekleşiyordu?

Kayadan suyun çıkması ve denizin ikiye yarılması için illa bir odun parçasının ona değmesi mi gerekiyordu, bir ölünün dirilmesi için bir et parçasının ona dokundurulması veya yerden suyun çıkması için illa ona ayakla vurulması mı gerekiyordu? Bunlar olmasa birşeyler eksik kalacak, mucizeler gerçekleşmeyecek miydi?

Bu durum bize her şeyi “ol” emriyle var edebilen yüce bir kudretin varlığını göstermemektedir. Bu durum bize daha çok eski insanların tanrılarını kendileri gibi düşünüp, onların da kendilerinkine benzer şekilde sihirler yaptıklarına inanmış olduklarını göstermektedir.

Bu konumuzun devamı olarak bir ayete daha paylaşmak istiyorum:

“Elini koynuna sok. (Alaca hastalığı gibi) bir hastalık sebebiyle olmaksızın bembeyaz bir hâlde çıksın. Korkudan açılan kolunu kendine çek (toparlan). İşte bunlar, Firavun ve ileri gelen adamlarına (göstermen için) Rabbin tarafından (sana verilen) iki delildir. Çünkü onlar fasık bir kavimdirler.” (Kassas -32)

Allahın Musa'ya gösterdiği bu mucizede ellerin beyazlaması için neden önce koyuna sokulması gerekiyor?

Kuran ayetlerinden yeni mucizeler türetmeye çalışan mümin arkadaşlar, bırakın yeni mucizeler bulmayı korkarım ki ayetlerde apaçık bahsi geçen mucizeler dahi gerçekte yaşanmış şeyler değil. Ayetlerdeki mucize malzemeleri ve yöntemlerinin insan ürünü anlatımlar olduğunu artık görmeniz gerekiyor.