8 Aralık 2012 Cumartesi

Dr. Zakir Naik'in videosuna cevap!



Dr. Zakir Naik'in yukarıdaki videosu oldukça meşhur olmuş durumda, mümin arkadaşlar bu kişinin konuşmasını "müthiş bir cevap" başlığı altında herkesle paylaşmakta. Bu kişinin söylemiş olduklarını tek tek ele almak istiyorum. Aşağıda vermiş olduğum cevapların daha iyi anlaşılması için ilkin Dr. Naik'in yapmış olduğu konuşma videosunu izlemekte fayda var. Yazı uzun tutmuş olsa da umarım sıkılmadan okursunuz:

-Bir insanın inançlarının oluşmasında içinde büyüdüğü ailesinin ve bulunduğu ortamın etkisi asla inkar edilemez. Bu açık gerçeği ateistik bir düşünce diye adlandırıp ailesi dindar olan birisinin farklı düşüncelere sahip olabileceğini söylemek bir eleştiri değeri taşımaz. Zaten ateistlerin bir kişinin anne ve babası dindarsa çocuğu da kesin dindar olacaktır diye bir iddiası yoktur, nasıl ki bir çocuk anne ve babasının diliyle konuşmayı öğreniyorsa sahip olduğu inançlarının oluşmasında da anne ve basının kaçınılmaz bir etkisi olacaktır.

-Ateistlerin "bilim ilerledi bizim artık kitaba ihtiyacımız yok" demeleri durduk yere söylenmiş olan bir söz değildir, bunun altında yatan sebep; bilimin sunduğu somut gerçeklerin ve faydaların kutsal kitaplarda anlatılan ve yaşatılan tapularla çelişiyor olmasıdır.

Bu aygıtın mucidi kim?

-Aygıt gibi çevrede sayısız örneği bulunan ve sınırları bilinen bir şeyin evren gibi eşsiz ve sınırları keşfedilmemiş olan bir şeyin örneği olarak kullanılması kişide bir yanılgı yaratacaktır. Eğer bir ateistin karşısına bir şey çıkartılacaksa ve o şeyin aygıt olduğu biliniyorsa tabi ki o kişi bunun bir mucidinin olduğunu düşünecektir. Bunu söylemesi gayet doğaldır çünkü bu zamana kadar mucidi olmayan bir aygıtla daha karşılaşmamıştır.

Bu yüzden Dr. Naik’in hiçbir kimsenin görmediği bir şeyi aygıt olarak adlandırması bir kere en baştan yanlıştır. Dr. Naik bu örneğindeki aygıt kelimesini çıkartarak; "daha önce kimsenin görmediği bir şey bir ateistin karşısına çıkartılsaydı acaba ateist ne derdi" diye sorması gerekirdi. Bu soru karşısında ise hiçbir ateist daha önce kimsenin görmediği bir şeyle ilgili olarak bunun bir mucidi vardır demez, dese zaten ateist olmaz.

Kurandaki Bingbang (Büyük patlama) :

- Dr. Naik bing bang gibi bazı bilimsel teorilere değinerek bu tür bilgilerin 1400 yıl öncesinden Kurandaki ayetlerde söylenmiş olduğunu belirtmektedir. Burada en başta şunu söylemek gerekiyor ki Dr. Naik bu tür bilgilerin Kuranda olduğunu söyleyerek henüz bir teori olarak ortaya konmuş olan ateistlerin bilime dayalı olarak söylemiş olduklarının "kesin" doğrular kabul etmektedir.

Dr. Naik burada da bir yanılgıya düşerek, bilimin elde ettiği ve yeni bulgulara göre değişebilecek olan verilerini aktaran ateistlerin de kendisi gibi değişmez ayetlerinin olduğunu sanmaktadır. Bilimin zaman karşısında asla değişmeyen tapuları bulunmaz, daha doğru olan yeni bir bilgi geçmiş bir teoriyi tamamen ortadan kaldırabilir.

Kısacası bugün bing bang'ın Kuranda anlatıldığını söyleyen Dr. Naik bilimin teori olarak ortaya koyduğu bir şeye kesin doğru diyerek bunun gelecekte de her zaman doğru olarak kalacağını kabullenmiş olmaktadır. Bu yüzden yarın bir gün evrendeki ilk başlangıçla ilgili bir başka teorinin daha doğru kabul edilmesi durumunda Dr. Naik in içine düşeceği durumu düşünmek bile istemem.

Dr. Naik'in bahsetmiş olduğu Enbiya Suresi'nin 30. ayetinde yer ve göğün yaratılışı esnasında birbirinden ayrıldığından bahsedilmektedir. Bing bang teorisi her şeyin başlangıcı olarak "iki" şeyin birbirinden ayrıldığını hele hele de evren ile onun içerisinde bir toz zerresi kadar olan bir dünyanın birbirinden ayrılmış olduğunu iddia etmez. Teorinin temel fikri, halen genişlemeye devam eden evrenin geçmişteki belirli bir zamanda sıcak ve yoğun bir başlangıç durumundan itibaren genişlemiş olduğudur. Eğer kitapta dendiği gibi en başından beri yerin ve göğün birbirinden ayrılması söz konusu olsaydı bingbangın oluşmasından bu yana geçen sürenin, bir başka deyişle kainatın yaşının dünyanın yaşıyla aynı olması gerekirdi. Oysaki dünya büyük patlamadan milyarlarca sene sonra oluşmuştur.

Bununla birlikte eğer bir şeylerin bilgisini çok eski bir tarihte söylüyor olmak gerçekten de marifetse bu konuda asıl putperest Sümer ve Mısırlıları takdir etmemiz gerekirdi. Çünkü "göklerle yerin ayrılması" efsanesi Kuran öncesi varoluş mitolojilerinde de aynı şekilde geçmektedir. Örneğin Gılgamış Destanında şöyle denir;

Gök, yerden ayrıldıktan sonra
Yer, gökten ayrıldıktan sonra
İnsanın adı konduktan sonra
An, göğü alıp götürdükten sonra
Enlil, yeri alıp götürdükten sonra.

Ufak bir tarihi araştırma bile bu ayetin ancak günümüzün bilimi ile keşfedilebilmiş olan yepyeni bilgilere mucizevi bir şekilde işaret ettiğini değil aksine tarih boyunca medeniyetlerin birbirine aktara geldiği bir efsanenin tekrarı olduğunu gösterecektir

İlkel insanların neden böylesi bir efsane yaratmış oldukları üzerine biraz düşünecek olursak; eski insanların kendi sınırlı bilgileri ile bir ufku seyre daldıklarında yerle göğün aslında bitişikken kendi üzerilerinde birbirinden ayrılmış olduklarına inandıklarını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır; çok uzaklarda yer ve gök bitişiktir ama insanın olduğu yerde tanrı onları birbirinden ayırmıştır.

Ateistlerin Enbiya Suresi'nin 30. ayetiyle ilgili olarak Dr. Naik'in dediği gibi "bu bir rastlandır" demekten çok daha fazla söyleyecek sözü bulunmaktadır.

Ay ve güneş ışıklarının farklılığı:

-Ay ışığının güneş ışığından farklı olduğunu onu çıplak gözle izleyen her insan kolaylıkla bilir. Bu yüzden sadece eski Araplar değil dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir toplumun da ay ve güneşin ışığını tarif ederken aynı kelimeler yerine farklı kelimeler kullanması gayet normal birşeydir. Hele hele de o toplumun geçmişinde ay ve güneşe ilişkin farklı tanrısal inançlar söz konusu olmuşsa.

Bu yüzden güneşin ve ayın kandil ve nur olarak farklı şeylere benzetilmiş olması anlaşılır bir şeydir. Güneşin daha parlak ayın ise ona göre daha az bir parlaklıkta olduğu bir gerçektir. Eğer ay da güneş gibi gözle bakılamayacak bir parlaklığa sahip olsaydı hiç kuşkusuz o da yanan bir kandil gibi daha parlak bir şeye benzetilecekti. Bu konuda Elmalı M. H. Yazır şöyle demektedir;

"Fakat nur ziyadan daha geniş kapsamlı, ziya da nurdan daha belirgin ve kuvvetlidir. Ziyada aşırı bir parlaklık, belli bir parıldama, kuvvetli bir yayılma ve şiddet vardır. Göz kamaştıran ve icabında acı veren birtakım özellik bulunmaktadır. Nurda da mutlak olarak karanlığa karşılık olan bir revnak, yumuşak bir yayılma, sükun ve huzuru andıran bir safa ve letafet söz konusudur."

Şunu da belirtmek gerekir ki parlayan, nurlandıran bir ayın tarifi için kullanılmış olan nur kelimesinin illa yansıyan bir ışığın tarifi için kullanılacağına dair bir kural da bulunmamaktadır. Nur kelimesi ışığın bir yerden yansıyıp yansımamasından çok o şeyin aydınlığını vurgulamak için kullanılır.

Eğer nur kelimesi ışığın kaynağını değil de bu kaynaktan gelen bir ışığın illa başka bir şeyden yansımasını kastediyor olsaydı, Nur Suresi'nin 35. ayetinde; Allah kendi nurunu güneş gibi bir yıldıza veya kendi kendine yanan bir ateşe benzetmezdi. Demek ki nur kelimesi Kuranda aynı zamanda bir şeyin kendisinden çıkan ışık anlamında da kullanılabilmektedir.

Bu yüzden ateistler Furkan Suresi'nin 61. ayetiyle ilgili olarak Dr. Naik'in dediği gibi "peygamber zeki bir adamdır" derler demesine ama bunu gerçekleri söylediği için değil, insanları kendi söylediklerine inandırabildiği için söylerler.

Dünyanın deve kuşu yumurtasına benzemesi:

-Burada ilkin şunu sormak gerekiyor; eğer gerçekten de "deha-ha" kelimesi kastedilen deve kuşu yumurtası ise neden meallerde "yayıp döşedi" ifadeleri halen kullanmaya devam edilmektedir? Bırakın o zaman herkes bu ayeti; "sonra yeryüzünü deve kuşu yumurtası gibi yaptı" diye okuyup o şekilde anlasın.

Naziat Suresi'nin 30. ayetinde geçen "deha" kelimesi nerdeyse mealcilerin tamamı tarafından yayıp döşedi anlamında çevrilmiştir. Deha, yaymak manasında "dahv" veya "dahy" kökündendir.

Kuranda binlerce kelime bulunmaktadır ve her kelimenin köküne inip daha sonradan onun farklı anlamlara gelebileceğini söylemek pekala mümkündür. Böylesi seç beğen mantığından hareket edilirse elbette binlerce anlam içerisinden zamanın söylemlerine daha uygun düşen ifadeler bulunabilir.

Keramet bir şeyin keşfedilmeden önce ne olduğunu bilip açıkça söyleyebilmektir, yoksa bilinen bir şeye acaba burda hangi kökü, eki veya anlamı ele alırsak daha uygun düşer diye sonradan kelimeleri yuvarlamak değildir.

Burada asıl sorulması gereken soru; madem bu kelime ile Allah deve yumurtası gibi varlığı ve anlaması basit somut bir şeyi ifade etmiştir, bu kelime neden bu zamana kadar bu anlamda ele alınmamışta "yayıp döşemek" olarak kabul görmüştür? Dr. Naik bu ayetteki söylemin ne olduğundan o kadar eminse eski alimlerin bir yumurtanın dahi ne demek olduğunu bilmeyecek kadar cahil olduklarından da o kadar emin olmuş demektir.

Eğer gerçekten de bu ayette dünyanın şekli bir yumurtaya benzetilmiş olsaydı, o çağın insanları veya alimlerince bu yuvarlak dünyanın tıpkı gökler gibi tutulmadan nasıl durduğu veya altında ne olduğu, altında insanlar varsa onların nasıl aşağıya düşmedikleri, dünya yuvarlaksa güneş ve ayın nasıl hareket ettiği bunların aslında batmadığı gibi çok sayıda merak uyandıracak soruların sorulup bunların açıklanması gerekirdi. Ancak biliyoruz ki bu ayetteki ifade geçmişte de asıl anlamı olan yaymak ve döşemek şeklinde anlaşılmış olup gerçek evrenin keşfine ilişkin herhangi bir ilham kaynağı oluşturmamıştır.

Dr. Naik'in bahsettiği Sir Francis Drake 1597 yılında dünyanın yuvarlak olduğunu söylediğinde acaba bir tane din alimi de çıkıp; "biz zaten dünyanın yuvarlak olduğunu biliyorduk, Kuran bunu bize söylüyordu" demiş midir? Bırakın 1597 yılını 21. yüzyılda dahi ana dilleri Arapça olan sözde Arap bilim insanlarının içinden halen kendilerine Kuranı dayanak göstererk dünyanın yuvarlak değil düz olduğunu iddia edenler bulunmaktadır.

Burada şu noktaya da dikkat çekmek gerekiyor; dünyanın yuvarlak olduğu ispatlanmamış olsa da bir görüş olarak binlerce yıl öncesinden zaten söylenmiştir. Kuranın indiği zamandan bin yıl öncesinde yaşamış ünlü matematikçi Pisagor dünyanın yuvarlak olduğunu, her gezegenin bir ekseni olduğunu ve gezegenlerin bir merkezi noktada döndüklerini söyleyen ilk kişilerden biri olmuştur.

Nasıl ki antik çağlardaki astronominin 7 katlı gök inancı (5 gezegen + güneş ve ay) Kurana aynen girmişse dünyanın yuvarlak olduğunu iddia eden antik bir inanış da pekala Kuranda yer alabilirdi. Bu yüzden Kuranda apaçık bir şekilde dünyanın yuvarlak olduğu hatta gezegenlerin bir merkez etrafında döndüğü söylenmiş olsa dahi bu kesin bir mucize olacağı anlamına gelmeyecekti.

Bu konuda Dr. Naik'in üzerine düşen görev başkadır; Kuranda Allahın bin yıl önce yaşamış kulu Pisagor kadar dahi olamayıp dünyaya ilişkin neden net ve açık bir söylemde bulunamadığını kendisine sorması gerekir. Pisagor bin yıl öncesinden dünyanın yuvarlak şeklini hiçbir örtülü kelime kullanmadan ve yumurtaya ihtiyaç duymadan izah etmeyi becerebilmiştir.

Dr. Naik'in kendisine ayrıca; Arapça, apaçık ve değiştirilmemiş bir şekilde sunulduğu halde kutsal kitabını en doğru biçimde anlayabilmesi için neden illa elin Hristiyanının keşfini beklemesi gerektiğini de sorması gerekir.

Güneşin ve ayın yörüngeleri:

-Burada yapılan da tıpkı yukarıdaki "deha-yumurta" kelimesinde olduğu gibi farklı anlamlar içerisinden hangisi daha işe geliyorsa sadece onun tek bir doğruymuş gibi ele alınmasıyla ilgilidir. Bu yüzden yukarıda yapmış olduğum açıklamalar bu konu için de geçerlidir.

Enbiya Suresi'nin 33. ayetinde geçen "felekin" kelimesinin yörünge manasına gelen tek bir anlamı bulunmamaktadır. Bu kelime aynı zamanda "felek" anlamında olmak üzere gök, gökyüzü, sema anlamlarına da gelmektedir. Bu yüzden bazı mealciler bu ayeti yörünge tabiri kullanmadan "güneş ve ay, her biri gökyüzünde yüzerler" şeklinde çevirmiştir. Ayetlerde ayrıca güneş ve ayın hareketleri için "dolanır, döner" gibi sözler de denmemekte onun yerine "yüzer" ifadesi kullanılmaktadır. Güneşin masmavi bir gökyüzü içindeki hareketi adeta masmavi bir denizin üzerinde rotasından sapmadan akıp giden bir geminin hareketine benzetilmiştir.

Gökbilimde, bir gökcisminin bir diğerinin kütleçekimi etkisi altında izlediği yola yörünge adı verilmektedir. Bu itibarla eğer yörünge tabiri kullanılacaksa bu tabirin herhangi bir gök cisminin kendi kendisine dönmesi olarak değil bir başka gök cisminin etrafında dönmesi olarak ele almak daha uygun olacaktır. Ayetlerde geçen yüzmek, akıp gitmek gibi ifadeler de zaten güneş ve ayın kendi etrafında dönmesinden çok belli bir noktaya göre hareket etmekte olduğunu göstermektedir.

Ayetlerdeki gibi bir söylemde bulunmak için uzayı keşfetmeye veya tanrılardan vahiy almaya filan gerek yoktur. Tarih boyunca her insanın her gün birebir tanık olduğu şey güneş ve ayın gökyüzünde belli bir yolu izlemekte olduğudur. Yani bu zamana kadar; "güneş ve ay belli bir yolda hareket etmiyor zig zaglar çizerek hareket ediyor" diyen aklıselim bir insan daha çıkmamıştır. Afrika'nın en ilkel kabilesindeki bir insana dahi sorsanız güneş ve ayın doğuşundan batışına kadar olan hareketini parmak ucu ile size göstermeye kalktığında, yarım da olsa dairesel bir şekil çizerek, onların gökyüzünde duraksamadan ve sapmadan akıp gittiğini söyleyecektir.

Gökyüzündeki güneş ve ayın nasıl hareket ettiklerini söylemek kolaydır, bence asıl mucize üzerinde sabit durulduğu için hareket etmediği sanılan dünyanın da bir yörüngesinin olduğu ve bu yörüngesinde dönüp durduğunu söylemek olurdu ki böylesi bir ifade Kuranda bulunmaz. Kurandaki anlatım gerçeğe değil gözle görülene göredir, bu yüzden Kurandaki tüm anlatımlar sabit duran bir dünya karşısında hareket halinde olan güneş, ay ve yıldızlara ilişkindir.

Bir kez daha tekrar edelim; keramet bir şeyin keşfedilmeden önce ne olduğunu bilip bunu açıkça söyleyebilmektir, yoksa bilinen bir şeye acaba hangi kökü, eki veya anlamı ele alırsam daha uygun düşer diye kelimeleri sonradan yuvarlamak değildir. Kuranda binlerce kelime bulunmaktadır, insan aradığı ne ise onu görür yaklaşımından hareketle bir kelimede olmasa da bir başka kelimede, o kelimenin farklı anlamlarından birisi zamanın bilgileriyle daha fazla örtüşebilir. Bu mantıktan hareketle Kuranın yerine Hinduların daha eski Vedalarını ele alırsanız orada da sayısız geleceğe ilişkin tespitlerin yapıldığını görürsünüz.

Su döngüsü:

-Dr. Naik su döngüsünün Kuranda açıkça anlatıldığın iddia etmektedir. Ezbere sıralamış olduğu sure ve ayet numaraları insanları heyecanlandırmak adına oldukça işe yaramaktadır. Araf suresindeki ayeti doğru Yasin suresindeki ayeti ise eksiksiz olarak vermiş olabilseydi eminim çok daha fazla etkili olacaktı. Tabi bu basit hatalara takılıp kalacak değilim.

Sıralamış olduğu ayetler içerisinden Mülk Suresinin 30. ayetinde; "söyleyin bakalım: suyunuz çekiliverse, size kim temiz bir akar su getirir?" denmektedir ki bunun su döngüsü hakkında bize nasıl bir bilgi vermektedir, doğrusu anlamak güç.

Aynı şekilde Tarık Suresi'nin 11. ayetinde ne yağmurdan ne bulutlardan ne de bir şeylerin diriltilmesinden bahsedilmektedir, bu ayette sadece; "dönüş sahibi göğe and olsun" denmektedir. Burada kast edilen dönen bir gök mü yoksa herhangi bir şeyin göğe doğru dönmesi midir bilmiyoruz. Bu surenin başında ise göğe yalnız bu sefer Tarık adındaki bir yıldızla birlikte and içilmektedir. Dönüş sahibi gökten kasıt battıktan sonra göğe yükselen bir yıldızla ilgili olabileceği gibi göklerdeki arşa yolculuk yapan meleklerle ilgili de olabilir. Bunun illa göğe yükselen su buharı olduğunu söylemek çok zorlama bir yorumdur.

Kaldı ki eski insanlar ateşte suyun kaynatıldığı vakit buhar olup göğe doğru yükseldiğini her zaman gözlemlemişlerdi. Güneşin kavurucu sıcaklığı altında bekleyen bir suyun da aynı şekilde buharlaştığını pek ala biliyorlardı. Sıradan bir Arap ateşin üzerindeki veya güneşin altında kalan bir suyun başına neler geldiğini oturup yazsaydı Kurandaki anlatımdan herhalde daha fazla bilgi vermiş olurdu. Bu yüzden Kuranda bu ayetteki yazılanlardan daha açık bir şekilde suların beyaz buhar olup uçarak gökte beyaz bulutları oluşturmuş olduğu yazmış olsaydı dahi bunda şaşılacak bir yan olmazdı.

Şimdi erinmeyerek biz de diğer ayetleri özet olarak verelim:

Zümer -21: Gökten su akması, suyun kaynaklara akması, ekinlerin çıkması ve daha sonra kuruması,

Rum -24: Yağmur yağması, yeryüzünün dirilmesi,

Hicr -22: Yüklü rüzgarların gönderilmesi, yukarıdan su inmesi,

Muminun -18: Yeryüzüne su inmesi, yeryüzünün dirilmesi,

Nur -43: Bulutların sevki ve üst üste yığılması yağmur yağması,

Rum -48: Rüzgarın gönderilmesi, bulutların hareket etmesi, yayılması, yağmurun yağması,

Araf -57: Müjdeci rüzgarların gönderilmesi, rüzgarların bulutları yüklenmesi, gökten su indirip meyvelerin çıkartılması,

Furkan 48-49: Müjdeci rüzgarların gönderilmesi, ölü toprağın canlanması, hayvanların ve insanların canlanması,

Fatır -9: Rüzgarların gönderilmesi, bulutların hareket etmesi, ölü toprağın dirilmesi,

Yasin 33-34: Ölü toprağın diriltilmesi, yeryüzünde bahçeler ve pınarlar oluşturulması.

Yukarıda değindiğimiz gibi bu ayetlerde verilen bilgilerin tamamı sıradan bir insanın doğada olup bitenleri çıplak gözlerle izlemesi sonucunda elde edebileceği bilgileri içermektedir. Buradaki anlatılanlar yüzlerce yıl sonra ancak keşfedilebilecek bilgiler değildir. Rüzgarların herhangi bir şeyi uçurmasını, hareketli bulutlar olduğu zaman onlardan yağmur yağmasını ve yağan yağmurla, suyla beslendiği vakit toprakta ekinlerin biteceğini akıl etmek hiç de zor değildir. Bu yüzden geçmişte söylenmesi muhtemel sözleri alıp da bunları gelecekte keşfedilecek bilgilerin önceden haber verilmesi olarak değerlendirmek çok da doğru bir yaklaşım olmayacktır.

Erkek ve dişi bitkiler:

-Eski insanlar tıpkı kendilerinde olduğu gibi canlı olan hayvanlarda da üremenin gerçekleşmesi için dişi ve erkek olmak üzere iki cinsin olduğunu biliyorlardı. Bu yüzden de canlıların ilk yaratıldıkları zamanda çift yaratılmış olması gerektiğini düşünmüşlerdi. Tabi ki bu ancak eski insanların yapabileceği türden basit bir ayrım ve genellemeydi. Çiftlerden oluştuğu düşünülen bu canlılar alemine ölüp tekrar dirildiğine inanılan ağaçların ve bitkilerin de dahil edilmiş olması büyük ihtimaldir. Kuranda insanlarla ilgili olarak kullanılan ezvacen yani çift, eş kelimesi bitki ve meyveler için de kullanılmıştır. Burada asıl sorulması gerekense; gerçekten de bitkiler de insanlar ve hayvanlar gibi dişi ve erkek olmak üzere iki ayrı sınıfa mı ayrılıyordu?

Bitkiler çiçekli ve çiçeksiz bitkiler olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Çiçekli bitkilerden erkek ve dişi organı bir arada bulunduran bitkilere -bir evcikli- , erkek ve dişi organları ayrı bulunduran bitkilere de -iki evcikli- bitki denmektedir. Meşe, mısır, çam, kestane ve fındık bir evcikli, söğüt, antep fıstığı, kenevir ve kavak iki evcikli bitkilerdir. Görüldüğü gibi erkek ve dişi organı bir arada bulunduran bitkilerde çift değil tek bir yaratım mevcuttur.

Çiçeksiz bitkiler grubunu ise su yosunları, kara yosunları, ciğer otları, eğrelti otları ve at kuyrukları oluşturmaktadır. Bunların hemen hepsinde, küçük farklarla ayrılmış eşeyli ve eşeysiz üremenin birbirini takip ettiği metagenez ile üreme görülmektedir.

Bırakınız bitkileri insan dahil tüm canlıları sadece birbirlerinin eşinden oluşan, çift yapılı varlıklar olarak düşünmek doğru değildir. Erkek ve dişi her iki özelliği aynı anda taşıyabilen, bir dişiye gereksinim duymadan da üreyebilen canlılar bulunmaktadır. Bu yüzden Kurandaki gibi genel bir ayrım ancak dediğim gibi her canlıyı var eden bir tanrı tarafından değil ancak yeryüzünü sadece kendi çevresinde gördüğü sınırlı sayıdaki canlıdan ibaret sayan bir insan tarafından yapılabilirdi.

Birbirinden ayrılmış iki deniz:

-Furkan Suresi'nin 53. ayetinde iki denizden bahsedilerek bunlardan birisinin suyunun tatlı diğerininkinin ise tuzlu olduğu söylenmektedir. Burada en başta şunu belirtmek gerekir ki ayette geçen "bahreyn" kelimesi bizim şuan anladığımız şekildeki deniz anlamına gelecek diye bir şey yok. Bu kelime aynı zamanda nehir ve göl gibi suları içinde kullanılabilir.

Nitekim Fatır Suresi'nin 12. ayetinde de aynı kelime kullanılarak, denizlerden tuzsuz olanının suyunun içilebildiği diğerininkinin ise içilemediği söylenir. Bunlardan birinin suyu içilebildiğine göre bahreyn kelimesi ile kast edilenin bizim anladığımız şekildeki bir denizden çok bir nehri veya gölü işaret ettiği açıktır.

Herhangi bir insan kendi içtiği su ile bir deniz suyu arasındaki farkı çok iyi bilir. Deniz suyu içilemeyecek kadar tuzludur. Bu yüzden eski insanlar nehirlerde akan sularla denizlerdeki sular arasındaki tuzlu tuzsuz farkını çok iyi biliyorlardı. Tabi tek emin oldukları şey sadece iki su arasındaki tuzlu tuzsuz farkının olmasıydı, yoksa her ikisi de su olmasına rağmen bu farkın nereden kaynaklandığını bilmiyorlardı. Nehirlerin veya denizlerin nerde başlayıp nerde bittiğini, ne ölçüde büyük olduklarını bilmiyorlardı. Bu yüzden onlar da sebebini bilmedikleri bu farklılık karşısında düşünebilecekleri en basit şeyi düşündüler ve iki suyun arasında bir engel olduğuna inandılar.

Yoksa yeryüzünde tatlı ve tuzlu sularının birbirine karışmadığı, aralarında bir engelin bulunduğu iki deniz diye bir şey yoktur. Dünya’nın hiçbir yerinde aralarında "adeta bir duvar" varmışçasına birbirine karışmayan denizler bulunmaz. Dünyanın neresine giderseniz gidin tuzlu ve tuzsuz suyun bir araya geldiği vakit birbirlerine karıştığına tanık olursunuz.

Kazık gibi çakılmış dağlar:

-Nebe Suresi'nin 6. ve 7. ayetlerinde dağlardan sağlam kazıklar olarak bahsedilmektedir. Dağların hareketsiz ve göğe doğru sivrilerek yükselmiş olmaları onların adeta yere çakılmış birer kazık gibi düşünülmesine yol açmıştır. Ayetteki bu anlatım şekli bizlere dağlarda sarsıntı ve depremlerin olmayacağını değil çıplak gözle bakılan dağlara ilişkin basit bir benzetmenin yapıldığını göstermektedir.

Dr. Naik'in söylediği gibi dağların depremlerin oluşmasını engellemesi diye bir şey de söz konusu değildir. Bizzat dağların nedeni tektonik hareketler olup bu tektonik hareketler sonucunda depremler oluşmaktadır diyebiliriz. Japonya ve Suudi Arabistan’ı bu şekilde düşünebilirsiniz. Biri dağlık ve depremlerin çok olduğu bir ülke, diğeri ise dağlık değil ama deprem riski az olan bir ülkedir.

Eğer Kuran’ın bu hükmü genel kabul edilirse ve dağlar depremi önlüyorsa, bu durumda Japonya’da depremlerin olmaması veya Suudi Arabistan’da depremlerin olması gerekirdi. Ayrıca gerçekten de dağların depremleri engellemesi gibi bir şey olsaydı volkanik dağlarda görülen ve volkanik püskürmeler esnasında yaşanan depremlerin de hiç yaşanmaması gerekirdi.

fırsat bulduğumda videonun geri kalan kısmıyla da ilgili yazmaya devam edecem...

5 Aralık 2012 Çarşamba

Kuran-ı Kim? (Kuran-ı Kerim'e neden inanmıyorum!)


Mümin arkadaşlara seslenmek istiyorum, sizce inanmayan arkadaşlar sırf canları istedikleri için mi bir şeyleri eleştiriyorlar, yoksa onların da kendilerine göre haklı mazeretleri mi var? Karşılıklı ve sağlıklı bir diyalog ancak iki tarafın birbirini anlayabilmesi ile mümkün olsa gerek.

Aşağıda özet olarak sıralanmış maddeler mümin arkadaşların kendisi gibi düşünmeyen insanları daha iyi anlayabilmeleri için hazırlanmıştır. İlgili ayetler belirtilmemiş olsa da her bir madede yazılanların temel dayanağını Kurandaki anlatımlar oluşturmaktadır.

Bizlerin Kuran-ı Kerim demeden önce neden ilkin asıl bunun Kuran-ı kim? diye sorduğumuzu daha iyi anlamanız dileğiyle;

-binlerce yıl önce yaşamış putperestlerin ibadetleri hakkında bilgiler veren onca yazılı kaynak doğrudan günümüze kadar gelebilmişken eldeki en eski Kuran nüshasının kitabın indirilmesinden bir asır sonraya ait olması

-diğer indirilmiş kutsal kitapların biliniyor olmasına ve ayetler daha inerken dahi kurandan açıkça “kitap” diye bahsediliyor olmasına rağmen peygamberin zamanında bir kitabın ortaya konamamış olması, kitap oluşturma işinin peygamberin ölümünden yıllarca sonraya bırakılması,

-surelerdeki anlatımlarda tarihsel bir sıralamanın ve konu akışının bulunmaması,

-adeta farklı kaynaklardan bir şeyler seçilip toplatılmış gibi Kuranda konuşan kişinin sürekli değişmesi, kitabın geneline hakim tek bir hitap tarzının olmayışı, binlerce yıl önce insanlarca yazılmış olan antik yunan kitaplarının dahi bu konuda daha düzenli ve tek elden çıkmış bir yapıya sahip olması,

-mucizelerle dolu olduğu söylenen Kurandaki anlatımlarla kıyaslandığında daha eski ve çok tanrılı bir din olan Hinduizmin dini metinlerinde doğaya ve geleceğe dair daha somut ve doğru bilgilerin bulunması,

-Kuranın sadece günümüzde eleştirilmemiş olması, islam aleminin en büyük tabibi olarak tanınan El Razı gibi büyük düşünürlerin dahi zamanında bu kitabı ve peygamberi bir kenara bırakıp akla önem vermesi,

-Kuranda allahın taşa, toprağa kendi yarattıkları her ne varsa onun üzerine yemin etmesi, onlar için söz vermesi,

-ayetlerde açıkça bir başka puttan bahsedildikten sonra allahla ilgili -yaratanların en güzeli- denilerek tanrı kavramının çoğul bir şekilde ifade edilmesi,

-koskoca kainatın dengesini sağlayan allahın ayetlerde basit matematiksel hatalar yapması, bir mirasın dahi insanlar arasında nasıl paylaşılması gerektiğini tam bir doğrulukla izah edememiş olması, bu eksikliğin daha sonradan insan aklı ile giderilmesi,

-allahın sayısal verilerle ilgili bir konuda tıpkı bir insan gibi ihtimallere bağlı olarak konuşması, bir yerin nüfusuna ilişkin "100 bin veya daha fazla" gibi bir tabir kullanması,

-herşeyi bilen bir allahın karşısına alıp konuştuğu peygamberine “elindeki nedir musa?” veya “bana inanmadın mı ibrahim?” gibi basit sorular sorup bunların cevabını karşı taraftan dinleyip ona göre hareket etmesi,

-“ol” deyince var eden allahın peygamberlerine verdiği mucizelerinin gerçekleşebilmesi için sanki ortada keramet gösteren bir tanrı değil de sihirbazlık yapan bir insan varmış gibi eldeki sopanın, ayağın veya başka bir şeyin illa bir yerlere vurulması sonucu mucizelerin ortaya çıkması,

-allahın kendisiyle konuştuğu “İbrahim”, “Musa” ve “İsa’nın havarileri” gibi kişilerin bu konuşmalara rağmen kalplerinin yine de tam bir şekilde tatmin olamaması ve bu kişilerin “allahı görmek”, “kuşları diriltmek”, “gökten yemek indirmek” gibi şahsa özel ekstra mucizeler istemesi, bir insana onunla konuşmasına rağmen kendisini tam olarak ikna ettiremeyen bir allahın hiç konuşmadan ve mucizeler göstermeden toplumların kendisine inanmasını beklemesi, inanmayanları ateşe atması,

-ayetlerdeki doğaya ilişkin anlatımların basitçe gözlemlenebilen gerçeklerden öteye geçememesi, güneş gökte aynı yolu izledi ve battı onun yerine ay doğdu, gece gündüzün üstünü örtü, yağmur yağdı otlar yeşerdi, rüzgar esmedi gemi durdu gibi orta akıl sahibi herkesin bilebileceği tasvirlerin yapılması,

-yine doğanın anlatımında gerçeğin dilinin değil göze görünenin esas alınması; güneşin battığı yerden, yakın göğün yıldızlarla donatılmasından, göklerin yerden yükseltilip direksiz tutulmasından vb. şeylerden bahsedilmesi,

-geleceği bilen ve her şeye gücü yeten allahın ayetlerine göre koşulları değiştirmek yerine koşullara göre ayetlerini değiştirmek yoluna gitmesi,

-bir ayette cin olduğu söylenen şeytanın bir başka ayette  sadece meleklerden istenen -ademe secde edin- emrini her nedense üzerine alınıp isyan etmesi, kovulduğu halde allahın cennetine her ne hikmetse girip ademle havva’nın aklını çelebilmesi, ölümlü dünyaya daha gönderilmemiş olmasına rağmen ademle havva’nın kendilerine diz çökmüş olsa da meleklere özenerek onlar gibi ölümsüz olmayı istemesi,

-ilk cennetten kovulurken her ne kadar adem ve havva’nın kendi kişisel sorumluluğundan kaynaklı bir hata yapılmış olsa da, onlardan sonra gelecek olan tüm insanlığın da aynı hatayı yapmış gibi bu sorumluluğa ortak tutulması,

-öbür tarafta sanki birileri kaçıp izini kaybettirecekmiş gibi cennetin kapılarına allahın bekçiler dikmiş olması,

-Allahın yarattığı yer çekimi yasasına sanki yenik düşüp yere düşeceklermiş gibi allahın meleklerinin kanatlı olması,

-Bu tarafta gökleri direksiz yarattığını söyleyen bir Allahın öbür tarafta insanları ateşte yakarken zincir ve direklere ihtiyaç duyması,

-allahın hem dilediğini isteyerek veya cehennemi doldurmaya söz vererek insanı yoldan çıkarması hem de onu sırf kötü oldu diye de değil sırf “inanmadı” diye ateşte sonsuza kadar yakacak olması,

-önceki peygamberlerin üzerinden yüzyıllar geçtikten sonra eskisi gibi insanları kandırmanın artık daha güç olmasından mıdır bilinmez, allahın son peygamberine gelince ona mucizeler vermekten bir anda vazgeçmesi, düne kadar gerekli gördüğü mucizeleri birden gereksiz görmeye başlaması,

-allahın kendi yarattığı canlıları kötüleyip küçük görmesi, insanları onlara benzeterek alay etmesi, beddua etmesi, kızması, alınması, adeta sıradan bir insan gibi tavırlar takınması,

-tüm insanlığa son kez gönderilmiş olduğunu iddia etse de kuranın her çağa ve coğrafyaya hitap edemiyor olması, başta cennet vaadleri ve ibadet esasları olmak üzere dünyayı bir tek arap yarım adasından ibaretmiş gibi sayması,

-ayetlerde yeryüzündeki her kavime peygamber gönderildiği iddiasında bulunulsa da ortadoğulu olmayan ne bir peygamberden ne de herhangi bir yerden veya topluluktan tek kelime dahi bahsedilmemesi,

- tevrat veya incilde daha anlamlı ve düzgün olarak anlatılmış sayısız hikayelerden yapılmış olan yarım yamalak alıntılar bir yana, tevrat ve incil dışı kaleme alınmış eski dinsel metinlerde bahsi geçen efsanelerin Kuranda anlatılması, islam öncesi kimi arap şairlerine ait cümlelerin birebir aynen ayetlerde geçmesi, allahın geçmişle kendisi arasında farklılık yaratıp ayrıcalığını ortay koymak yerine birçok konuda benzerlik yaratıp varlığını bilerek şüpheli kılmış olması,

-ibrahim peygamberin bir kaç gün içinde ilkin yıldız, ay ve güneşin doğması sonucu onlara tapması daha sonrasında ise -gerçekte batmadığı halde- sırf bunlar batıyor diye bu üç tanrıdan birden vazgeçmesi, İbrahim peygamberin bu gök cisimlerinin doğduğu ve onlara tapmaya başladığı vakit onların bir zaman sonra batacağını düşünememiş olması,

-allahın her zaman peygamberini kendi seçmemesi, başıboş bir kavim aramak yerine akrabalık durumuna göre de hareket etmesi, musa peygamberi doğrudan korumak varken sırf onun yalnız olmak istememesi ve firavundan çekinmesi üzerine kardeşini de onun yanında peygamber ilan etmesi,

-allahın sonraki çağların koşullarıyla bağdaşmayacak bir şekilde bir taraftan eski putperest Babil hükümdarlarına özenip kısasa kısası emrederken diğer taraftan firavunun uyguladığı cezalandırma metodunu benimseyip gerektiğinde insanın ellerinin çapraz kesilmesini istemesi,

-ayetlerde cariyelerden ve kölelerden sanki her çağda var olacaklarmış gibi bahsedilmesi, başta erkek kadın ayrımı olmak üzere erkeğin kadına, efendinin köleye üstün tutulması, bu konuda insan hakları evrensel beyannamesinin dahi daha insancıl olması,

-yeterli açıklama yapılamadığı için mezhepsel ayrıma ve insanlar arası çatışmalara yol açan onca konu varken, surelerin normalin üstünde hatta bazılarında abartı boyutlarına varacak ölçüde tekrarlar içermesi,

-ayetlerde erkeğin menisinden, kadınların tomurcuk memelerinden, özel günlerinden, bağırsaktaki dışkıdan, kandan ve kalpten bahsedildiği halde insan vücudunun en temel organı olan beyinden hiç bahsedilmemesi, o çağlardaki tıp bilgisinin bir sonucu olarak düşünüp, inanmak gibi beyin fonksiyonlarının hepsinin bunları gerçekleştirdiği sanılan kalbe yüklenmesi,
.
.
.

tüm bu sayılanların yanı sıra kuranda her biri ayrı başlık olarak ele alınabilecek çok sayıda başka eksik ve birbiriyle çelişkili anlatımlar bulunmaktadır. Aynı şekilde aynı topraklarda ortaya çıkmış daha eski inançlar ile kitaptaki anlatımlar arasındaki benzerliklerin de ayrı bir başlık altında ele alınması gerekir.

Benim yukarıda özet olarak sıraladıklarım; ayetlerin toplatılıp kitap haline getirildiği o çalkantılı yıllar göz önüne getirildiğinde ve islamın ilk yüzyılına ait elde başka yazılı kaynakların bulunmadığı gerçeği dikkate alındığında eminim daha fazla anlamlı olacaktır.