30 Haziran 2012 Cumartesi

Putperest kanununlarından kutsal ayetlere!



Hammurabi yasaları, M.Ö. 1760 yılı civarında Mezopotamya'da yaratılan, tarihin en eski ve en iyi korunmuş yazılı kanunlarından biridir. 282 maddeden oluşan kanunların 13. maddesi 13 sayısı uğursuz sayıldığı için yazılmamıştır. Babil kralı Hammurabi, kendisine bu kanunları yazdıranın güneş tanrısı Şamaş'ın olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla kanunlar da tanrı sözü sayılmıştır.

Hammurabi yasalarıyla kişi ve toplum ayrımı getirilmiş, ilk kez borçlar hukukuna ait yasalar oluşturulmuş ve kısasa kısas ilkesi uygulanmıştır. Hammurabi yasaları bu yönüyle, oldukça katı maddeler içerir. Örneğin; bugün kullandığımız "Göze göz, dişe diş." deyimi Hammurabi yasalarından gelmektedir.

Hammurabi yasalarında yer alan bazı hükümler şöyledir:

- Bir kişi başka biriyle tarlasını işlemesi için anlaşır ve ona ekmesi için tohum verirse, boyunduruğa koşulmuş bir çift öküz verirse ve o kişi mısırı ya da diğer ürünü çalar ve kendisine ayırırsa elleri baltayla kesilir. (253)

- Bir oğul babasına vurursa onun elleri balta ile kesilir. (195)

- Ustasının bilgisi olmaksızın bir berber satılmayan bir kölenin üzerindeki kölelik işaretini silerse bu berberin elleri kesilir. (226)

- Bir adam başka bir adamın gözünü çıkarırsa onun gözü de çıkarılır. (196)

- Bir adam kendisi ile eşit olan birinin dişini kırarsa onun da dişi kırılır. (200)

- Bir adam rütbece kendisinden daha üstün olan bir adamın vücuduna vurursa halkın önünde öküz kırbacı ile 60 kırbacı hak eder. (202)

- Bir adam bir kadını alır da kadın hiçbir çocuğa bakmazsa ve bu durumda adam başka bir kadın almak isterse ve o kadını alıp evine getirirse bu ikinci kadın karısı ile eşit düzeyde olmasına izin verilmez. (145)

- Bir adam henüz doğmamış çocuğunu kaybedecek şekilde doğuştan özgür bir kadına saldırırsa onun kaybı için on şikel öder. bu kadın ölürse öldüren kişinin kızı öldürülür. (209-210.)

- Bir inşaatçı her hangi bir kişi için bir bina inşa eder ve bu binayı uygun bir şekilde yapmazsa ve onun inşa ettiği bina yıkılıp sahibini öldürürse inşaatı yapan öldürülür. eğer bina ev sahibinin oğlunu öldürürse inşaatı yapanın da oğlu öldürülür. (229-230.)

Bu yasakları okuduktan sonra aynı topraklarda ortaya çıkmış olan kutsal kitaplardaki kısasa kısas ve el ayak kesilmesi gibi çeşitli cezalandırma yöntemlerinin nerelerden kaynaklanmış olabileceğini umarım daha iyi görmüşsünüzdür. Tabi eski putperset hükümdarlarn yasalarıyla olan bu benzerlikler miras paylaşımı, zina edenlerin taşalanması gibi başka konularda da bulunuyor.

Maide - 45:

"Tevrat'ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır). Yaralar da kısastır Her yaralama misli ile cezalandırılır). Kim bunu (kısası)bağışlarsa kendisi için o keffâret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir."

Maide - 38:

"Yaptıklarına bir karşılık ve Allah’tan caydırıcı bir müeyyide olmak üzere hırsız erkek ile hırsız kadının ellerini kesin. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir."

28 Haziran 2012 Perşembe

Allahın en doğru iki kitabı hangisi?


Al-i İmran 4:

"O, sana Kitab'ı hak ve kendisinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O, daha önce tevrat'ı ve İncil'i insanlar için birer hidayet olarak indirmişti..."

Maide 68 :

De ki: "Ey Kitap ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni (Kur'an'ı) uygulamadıkça hiçbir şey üzere değilsiniz." Andolsun ki sana Rabbinden indirilen bu Kur'an onlardan çoğunun taşkınlık ve küfrünü artıracaktır. Öyle ise o kâfirler toplumu için üzülme."

Bildiğimiz gibi Kuranın ayetlerinde sürekli olarak özellikle üç kitaptan; Tevrat, İncil ve Kuran'dan bahsedilmektedir.

Kasas 49 :

De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah katından, doğruya bu ikisinden daha çok ulaştıran bir kitap getirin de, ben ona uyayım.”

Bu ayette bahsedilen ve en fazla doğruya ulaştıracak olan iki kitap hangisidir?

Bu ayetten bir önceki ayette "Onlar daha önce Mûsâ’ya verilenleri inkâr etmemişler miydi?" denmekte. Burdan hareketle kastedilen iki kitabın Tevrat ve Kuran olduğunu düşünebiliriz. Nitekim diyanette o şekilde ele almakta. Bu durumda yine aynı şekilde ayetlerde adı geçen İncil'i dışarda mı bırakacağız.

Yine ayetlerde İncil'in Tevrat'ı tasdik amacıyla gönderildiğinden bahsedilmektedir (Maide 46). Burdan hareketle İncil Tevrat'ı tasdikliyor diye onu dışarda tutup sadece Tevrat'ı esas almak doğru olacak mıdır?

Çünkü yine ayetlere Kuran'ın da İncil gibi Tevrat2ı tasdikleyici olduğundan bahsedilmektedir. (Bakara 91, Fatır 31)

O zaman İncil ve Kuran, her ikisi de Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gönderilmişse Tevrat'la birlikte bunlardan birisini ele alıp diğerini doğruya ulaştırmayan bir kitap gibi dışarda bırakmak doğru olur mu?

Bakara 136:

"Deyin ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Mûsâ ve İsa'ya verilen ile bütün diğer peygamberlere Rab'lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz."

Bu ayette de dendiği gibi Peygamberlere indirilmiş sayfalar veya kitaplar arasında ayrım yoksa, Kasas Suresi'nin 49. ayetinde bahsedilen ve doğruya en fazla ulaştıran iki kitapla onların dışında kalan kitap hangileridir?

Ha Mim... anlaşılsın diye apaçık bir kitap!

Zuhruf Suresi:

(1): “Hâ Mîm.”

(2-3): “Apaçık Kitab'a andolsun ki, iyice anlayasınız diye biz, onu Arapça bir Kur'an yaptık.”

Daha bir önceki ayetteki ifadenin (huruf-i mukattaa) ne olduğu bilinmiyorken bir sonraki ayette Kuran’ın anlaşılsın diye apaçık bir kitap olduğunu söylemek sizce de tuhaf değil mi?

Belki bu sözler ilk söylendiğinde onu söyleyen de dinleyenler de bunların ne anlama geldiğini biliyordu ama günümüz açısından bakarsak bu bilinmeyen ifadeler kitabın söylenenin tersine apaçık bir kitap olmadığını gösteriyor.

Tabi kitap içerisinde bilinmeyen konular bununla da sınırlı değil, onlarca görüş farklılıklarının bulunduğu çok sayıda başka ifadeler de bulunuyor.

Yukardaki ayetler peş peşe gelerek tezatlığı trajikomik bir halde ortaya koyduğu için payaşmak istedim.

25 Haziran 2012 Pazartesi

(İğne deliği - deve) mi (iğne deliği - halat) mı?


"Devenin iğne deliğinden geçmesi" tabiri hem İncil'de hem de Kuran'da geçen bir ifadedir. Yalnız bu ifadenin doğrusunda "deve" değil, onun yerine aslında kalın ip manasında "halat" kelimesinin olması gerektiği yönünde önemli iddialarda bulunulmuştur. Bu iddia tabi bin kat daha mantıklı gözükmektedir. Aşağıdaki yazı bu konuyu "mümin" bir kişinin penceresinden ele almakta olsa da güzel noktalara değinmektedir.

Bu konuda ben sorumu en başta sorup yazıyla sizi başbaşa bırakmak istiyorum:

Bilindiği üzere, Kuran'nın Tevrat ve İncil'den kopyalanmış ve kulaktan duyulmuş bilgilerden ibaret olduğu yönünde ciddi eleştirilerde bulunulmaktadır. Allah acaba Kuran'ı anlatırken neden hristiyanların doğrusunu kendilerinin dahi tam olarak aktaramadıkları bir söylemin tıpa tıp benzerini kullanmıştır? bu söylemi hiç kullanmamış olsa ya da açıkça deve yerine halat sözcüğünü kullandırtıp bunu o şekilde müminlere öğretmiş olsaydı çok mu şey kaybederdi?

yoksa birisi ilerde işin bu noktalara gelebileceğini tabi ki hesap edemeyip ne duyduysa alıp aynısını mı kopyalamıştı?

İĞNENİN DELİĞİNDEN DEVE Mİ GEÇER YOKSA HALAT MI?

Büyük adamlar büyük işler yaparlar. Meselâ bazı büyük adamlar, büyük eserler yazarlar. Eserlerin büyüklüğü, çağlar ve devirler geçtiği halde onların geçmemesinden, pörsümemesinden, her devrin insanına ışık tutmasından gelir. Bu büyük eserler yüksek fikirler taşırlar, yüksek fikirler büyük ve seviyeli tartışmalara, bu tartışmalar, aydınlığa, hakikate giden yolda büyük ve aydınlık bir işaret taşının daha konmasına yol açarlar.

İşte bu büyük adamlardan biri de Cemil Meriç’tir. Ve tabiî ki onun eserleri de büyük eserlerdendir. Yüzyıllar geçtiği, nice devirlerin nice devirleri kovduğu fakat insanın bir türlü kapatamadığı açmazların neler olduğuna sayısız örnekler vardır onun eserinde, kendince çözüm yolları da göstererek.

Bu yazıda Cemil Meriç’in büyüklüğüne dair tekellüm edecek değiliz. Zira o, eserleriyle müsemmâdır, muarrefdir. Fakat bu yazıda biz, Cemil Meriç’in o olağanüstü dikkatinin bizlere sunduğu bir tesbitten yola çıkarak Kur’an ve İncil’de geçen bir ayetteki bir kelime üzerine dikkatleri çekmeye çalışacağız.

Üstadın Umrandan Uygarlığa adlı eserini okurten Ve Allah’ın Ruhu başlıklı yazı bir hayli dikkatimi çekti. Cemil Meriç bu yazısında Kitab-ı Mukaddes’teki bazı çeviri yanlışlarına değiniyordu. Özellikle Matta İncili’nde geçen bir âyetin mütercimlerce yanlış tercüme edildiğinin söylenmesi, -bu âyette bulunan bir teşbihin Kur’an’da da bulunması hasebiyle- beni daha da heyacanlandırdı. Cemil Meriç’e göre Matta İncili’de bulunan “Devenin iğne deliğinden geçmesi, zenginin Allah’ın melekûtuna girmesinden daha kolaydır” âyetindeki, devenin iğne deliğinden geçmesi tabiri mütercimlerce yanlış tercüme edilmişti. “Mütercim, Yunanca kamelos (deve) ile kamilos (halat) kelimelerini karıştırmış. Yani iğnenin deliğinden geçecek deve değil, halat!”[1]diyordu üstat.

Kur’an’da da benzer bir âyetin olduğunu hatırladığım için, hemen bu âyeti aramaya başladım. İlgili âyet Araf Suresi 40. Âyetti. Âyetin meâli şöyle:

“Bizim âyetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak, deve iğnenin deliğine girinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız.”

Âyette geçen hattâ yelice’l cemelü fî semmi’l hıyât ibâresindeki cml kelimesi cemel (deve) olarak okunmuş ve bu okunuşa istinaden deve olarak çevrilmişti. Cemil Meriç’in dikkatlerinden yola çıkarak, acaba bu kelimenin başka türlü bir okunuşu olabilir mi, eğer varsa bu okunuşun acaba halatla bir ilgisi var mıdır diye araştırmaya başladık.

Yanımda ilk başvuracağım sözlük, Ahter-i Kebir adlı sözlüktü. Oraya baktığımda bu kelimenin başka türlü de okunduğunu, bu okunuşun da El-cümmel olduğunu gördüm. Cümmel kelimesi “gemilerin kalın halatı” anlamına geliyordu. İşin garibi, Ahter-i Kebir’de yazıldığına göre İlk müfessirlerden, sahabiden İbn-i Abbas âyetteki bu kelimeyi cümmel (halat) olarak okumuştu.[2]

Ulaşabileceğimiz tesbitleri daha da belirginleştirmek ve sağlamlaştırmak amacıyla İlahiyat Fakültesine giderek oradaki arkadaşlarla da konuyu tartışmak istedim. Orada baş vuracağımız kaynaklar daha çoktu. Mevcut kaynaklara baktığımızda, gerçekten de bu kelimenin islâm alimleri tarafından değişik şekillerde okunduğunu, fakat umûmun, cumhurun görüşüne uyarak bu kelimeye deve manasını vermeyi tercih ettiğini gördük. İbn-i Kesir, bu ayetle ilgili tefsirinde bu kelimeyi değişik şekilde okuyan âlimlerle ilgili bilgiler veriyor: “ Ali b. Ebî Talha ve El- Ûfî isimli âlimlerin İbn-i Abbas’tan, yine Mücâhid ve İkrime’nin de İbn-i Abbas’tan rivayet ettiklerine göre, İbn-i Abbas, el-cemel kelimesini kalın urgan anlamıyla el-cümmel okumuştu. Said b. Cübeyr de bunu tercih etmişti.”[3]

Büyük müfessir Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır da tefsirinde bu konuya değiniyor ve meâli “deve (veya halat) iğnenin deliğinden geçinceye kadar..” şeklinde, kelimenin iki manasını da zikrederek veriyor ve bu kelimenin cümmel (halat) olarak da okunduğunu, bazı tefsircilerin halatı tercih ettiğini, fakat mânâ olarak deve’nin daha uygun olduğunu söyleyerek deve kelimesini tercih ettiğini söylüyor.[4]

Bir komisyon tarafından Türkçe olarak hazırlanıp Medine’de basılan Kur’an meâlinde de benzer şekilde dipnotlu bir açıklama bulunmakta. Yazarlar âyetin mealindeki mezkur kelimeyi deve olarak çeviriyorlar, fakat bir de dipnot düşerek kelimeye açıklık getiriyorlar. Yazarlara göre, meşhur olmayan kıraatlere göre kimileri bu kelimeyi deve olarak değil, kalın ip olarak tercüme etmişlerdir. Fakat onlar umumun kıraatine uyarak bu kelimeyi deve olarak tercüme etmeyi yeğlemişlerdir.[5]

En değişik tespitlerden biri Süleyman Ateş’e âit. Süleyman Ateş, Kılıç Kitabevi’nden çıkan Kur’an Meâli’nde bu ayetin mealindeki mezkur kelimeyi deve olarak tercüme ettikten sonra bir de dipnot düşerek şunları söylüyor: “Daha önceki baskılarda âyetin Arapça aslındaki El-cemel kelimesi İbn-i Abbas’ın tefsirine dayanarak El-cümmel (halat) diye tercüme etmiştik. İğne deliği ile halat arasındaki ilgi bu manayı tercih etmemize sebep olmuştu. Fakat sonradan İncil’de de: ‘Deve iğne deliğinden geçinceye kadar, yalanlayıcıların gök kapılarından geçemeyecekleri’ meâlindeki bir âyetin bulunduğunu görünce Cumhurun benimsediği mânâya dönmeyi gerekli gördük”[6].

Süleyman Ateş, en son olarak Yeni Ufuklar Neşriyattan çıkan meâlinde ise bu dipnotu da koymamakta ve âyetin meâlini açıklamasız olarak vermektedir. Süleyman Ateş hocamızın bu kelimeyi halat olarak okumaktan vazgeçmesine İncil’deki âyetin sebep olmasına biz hakikaten şaşırdık. İncil’deki bir okunuş (üstelik o da bir tercümedir), Kur’an’daki bir kelimenin tashihine nasıl kaynak teşkil ediyor, bunu da tam anlayamadık.

İncildeki bu âyetle ilgili Kitab-ı Mukaddes’e baktığımız da bu kelimenin aynı Cemil Meriç’in dediği şekliyle geçtiğini de müşahade ettik.[7]

Bizim bu konuda asıl ilgimizi çeken yönlerden biri de, Yunanca deve (kamelos) kelimesiyle halat (kamilos) kelimelerinin aynı kökten gelmeleri gibi, aynıyla Arapça deve (cemel) kelimesiyle halat (cümmel) kelimelerinin de aynı kökten gelmeleri, daha doğrusu yazılış olarak birbirlerine çok benzemeleri. Bu elbette dikkate şayan bir durum ve ilginç bir benzerlik. Bu benzerlik bir de Kutsal metinlere yansıyınca insanı daha da cezbediyor.

Biz bu yazımızla, tefsir hocalarımızın -konuya aşina olduklarını bilmekle beraber- Cemil Meriç’in tesbitlerinden de haberdar olmalarını ve konuyu bir defa daha ele almalarını hedefledik. Yoksa kutsal metinler üzerine bu kelime şöyle okunsun, böyle okunsun şekliyle teklifler de bulunmak ne haddimizdir, ne de ilmimiz buna müsâittir. Bir ilmî sahaya özgü çok özel dikkatleri, o sahanın ilim erbabı gözden kaçırabilir, diğer ilim dallarında çalışanların bir başka sahada kesb-i kemal ü hüner peşinde ömür tüketenlere bir katkı da bulunmasını faydalı bulduk. Gerisi ukalâlık olurdu.

Dursun Ali TÖKEL

[1] Meriç, Cemil, Umrandan Uygarlığa, İletişim Yay. , İstanbul 1996, s. 339.
[2] Ahter-i Kebir, Matbaa-i Amire, Dersaadet 1322, s. 272.
[3] İbn-i Kesir, Tefsirü’l Kur’an-ı Azim, Beyrut 1984, II. Cilt, s. 214. (Bu kaynağa ulaşmamızı ve gerekli bölümlerin tercümesini, İlahiyat Fakültesinde Tefsir Anabilim Dalında Araştırma Görevlisi olan sayın Mustafa Ünver’e borçluyuz. Araştırmamız boyunca bizden ilgi ve alâkasını eksik etmeyip gerekli kaynakların temininde yardımcı oldu. Kendisine teşekkür ediyorum.
[4] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Dağıtım, İstanbul, Cilt 4, s. 37,39.
[5] Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Tercümesi, ( Hazırlayanlar: Ali Özek, Hayrettin Karaman, Ali Turgut, Mustafa Çağırıcı, İbrahim Kafi Dönmez, Sadrettin Gümüş), Cidde, 1407-1987, s. 154.
[6] Ateş, Süleyman, Kur’an-ı Kerim Yüce Meâli, Kılıç Kitabevi yayın ve Dağıtım, Ankara, s.154, dipnot 1.
[7] Kitab-ı Mukaddes- Eski ve Yeni Ahit- , Matta, Bab 10, âyet 24, Kitab-ı Mukaddes Şirketi, İstanbul 1991.

"deve ve iğne deliği" muhabbetinin ihtilaflı bir konuyu oluşturduğu aşikar. Bunu herkesten çok iyi bilen Allah acaba Araf Suresi 40. ayetini bu ifadeler çıkartılmış halde aşağıdaki gibi söylemş olsaydı ne eksilmiş olurdu?:

“Bizim âyetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak, cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız.”

var mı herhangi bir eksiklik? yok.

ya herşey gerçekten de birbirinden kopyalanmış durumda ya da allah illa bizi şüphelendirip cehenneme koymaya kafayı takmış. :)

24 Haziran 2012 Pazar

Gerçekler nasıl sesleniyor?

Bu sorum mümin arkadaşlara yönelik. Kendi yaşadıklarınız ve diğer insanların başlarına gelenler sizlere bir yaratıcının delili gibi mi gözüküyor yoksa her şey tesadüf olsa ancak bu kadar tesadüf olabilirdi mi diyor?

Yaşarken hayatınızı tesadüfi bir hayattan farklı kılan hangi gerçeklere şahit oldunuz?

Lütfen bana yüz binlerce yıl öncesine gidip “insan ve doğa tesadüf olsa var olamazdı” tarzında cevaplar yazmayın. Ya da etraftaki börtü böceğin nasıl yaşadıklarından falan da bahsetmeyin.

Benim sorum sizin kendi yaşantınızla ilgili, duygu denizinizin uçsuz bucaksız hayalleriyle ilgili de değil tamamen somut gerçeklerle ilgili;

amansız ve zamansız hastalıklar, ölümler, bitmek bilmeyen haksızlık ve adaletsizlikler, milyonlarca masum insanı kana bulayan savaşlar, bir tarafta inanılmaz hızla ilerleyen teknoloji ve değişen yaşamlar diğer tarafta değişmemesi gereken ilahi kurallara tapıp bilimin gerisinde kalanlar, bir tarafta dünyanın geri kalan kısmındaki milyarlarca insanın binbir çeşit inançları diğer tarafta dünyayı geçtik kainatın yaratılışını dahi kendi inancına bağlayan inançlar, bir tarafta kainatın içinde zerre küçüklüğünde adeta kaybolup gitmiş bir dünya, diğer tarafta aklın yasaları hükmettikçe mucizelerin ve peygamberlerin terk ettiği bir çağ v.s.…

cevap verirken yalnız şunu da unutmamanızı istiyorum, tesadüf demek her şeyin yüzde yüz kötü olacağı anlamına gelmez, tesadüf de kendi içinde bizim iyi sayabileceğimiz hatta mucize sayabileceğimiz ihtimalleri de barındırır. Bir başka deyişle tesadüf tanrısı da kendisine edilen duaların bir kısmına olumlu yönde cevap verir.

Artık dünyayı ve kainatı geçmişten kat be kat daha fazla tanıyoruz,,, insanlığın veya sizin başınıza gelenler sizi çaresizliğe itip bir yaratıcıya sığınmaya mı yoksa gerçekleri gösterip aklın elinden tutmaya mı sevk ediyor?

16 Haziran 2012 Cumartesi

İsa Peygamberin dayısı olan Harun kim?

Kurandaki Meryem suresinde İsa peygamberin annesi olan Meryem’den bahsedilir:

Meryem Suresi :

(27) : "Nihayet onu (kucağında) taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın."

(28): "Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi."

(29) : "Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. "Biz, dediler, beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz?"

28. ayette “Ey Harun’un kız kardeşi” denilen kişi İsa peygamberin annesi Meryem’dir.

Ancak kutsal kitaplarda bahsi geçen tek Harun, Harun peygamber olup o da Musa peygamberin kardeidir. Meryem ile Harun peygamber arasında ise yüzyıllar vardır. Yani Meryem’in Harun peygamberin kızkardeşi olması mümkün değildir.

(Burdaki Harun adlı kişinin Meryem'in gerçekten de öz abisi olan bir başka kişi olduğunu söylemek de inandırıcılıktan uzaktır. Hakkında hiçbir bilgi verilmemiş olan, bununla birlikte bir başka peygamber adıyla karıştırılma ihtimali olan bir ismi Allah neden vurgulayark söylemiş olsun? Anlaşılan o dur ki; gerçekte mümkün olmasa da burada adı geçen kişi, Musa'nın kardeşi olan Harun Peygamberdir. Peki bu nasıl olmuştur?)

İşin can alıcı tarafı Tevrat'ta anlatılanlara göre yüzyıllar önce yaşamış olan Musa'nın ve doğal olarak Harun Peygamberin de bir kızkardeşi vardır ve onu adı da MİRYAM'dır (Meryem veya Miriam). Tanrı ile de konuşmuş lan bu kadın, Tevrat'a göre aynı zamanda bir peygamberdir.

Tevrat-Çıkış 15:20: "Harun'un kızkardeşi Peygamber (Nebiye) Miryam tefini eline aldı, bütün kadınlar teflerle, oynayarak onu izlediler."

Yani Muhammed peygamber tarafından söylenen yukardaki kuran ayetlerinde iki Meryemin birbiriyle karıştırılmış olduğunu görmekteyiz.

28. ayette dikkat edilrse "kız kardeş" tabiri kullanıldıktan sonra anne ve babadan da bahsedilmektedir. Bence buradaki anne ve babadan kast edilen nasıl öz anne ve baba ise kız kardeşten kast edilen de aynı şekilde öz kızkardeş olmadır.

Şayet burada "kız kardeş" tabiri ile genelde "....oğlu" şeklinde ifade edilyor olmasına rağmen herhangi bir "soyu" ifade etmek, onu ön plana çıkarmak amaçlansaydı kız kardeşi değil "kızı" tabirinin kullanılması daha uygun olurdu.

Kimi arkadaşlar tarafından yapılan yorumlarda "bu ayette böylesi bir hata yapılmış olamaz, yapılmış olsaydı o zamanın insanları tarafından bu kolaylıkla fark edilip eleştirilirdi" denmektedir.
Bu sorunun cevabı 28. ayete ilişkin yine inanan çevreler tarafından yapılan açıklamlarda verilmektedir. Bu konuyla ilgili bazı hadis rivayetlerine göre:

Sahabeden Müğîre b. Şube anlatıyor:

"Hz. Peygamber beni Necran halkına gönderdi. Onlar bana; gerçekten siz Kur’an’da “Ey Harun’un kız kardeşi!” diye bir ayet okuyorsunuz değil mi?” (bir diğer rivayette “peygamberiniz Meryem Harun’un kız kardeşidir, diyormuş, doğru mu?”) diye sordular. Ben de “Evet” dedim. Onlar, “Herhalde, Hz. İsa ile Hz Musa arasında ne kadar zaman geçtiğini de biliyorsunuz..” dediler.

Ben Reslullah’(a.s.m)’ın yanına döndüğümde bunu kendisine anlattım. “Deseydin; Onlar daha önceki peygamberlerin ve Salih kimselerin ismini kullanıyorlardı..” diye buyurdu(bk. Taberî, İbn Aşur, Meryem, 27-28. ayetlerin tefsiri)."

Her ne kadar bu hadis örneği 28. ayetteki durumu izah etmek amacıyla verilmiş olsa da bunun doğruluğunu kabul etmek aynı zamanda şu üç gerçeği de kabul etmek anlamına gelecektir:

1- Yalnız bizler değil o zamanın insanları tarafınca da ayette geçen "Harun'un kızı" söylemi yanlış bulunmuştur.

2- Peygamberin gönderdiği kişi bu ayetteki hata yüzünden kendisine yöneltilen soruya doğru cevap verememiştir, aksi takdirde peygamber kendisine "desyedin" demezdi.

3- Peygamber verdiği cevabında "biz araplar zaten böyle deriz" demiyor "yahudileri kastederek onlar eskiden böyle derlerdi" diyor. (Necran halkı hıristiyan bir halk olmasına rağmen, İsa'nın annesine o zamanın insanlarınca hangi adlarla hitap edildiğine dair bilgileri yok.)

Şimdi bu hadisi cevap diye paylaşanlar söyledikleri hadiste neler söylendiğinden dahi bihaberler. Bu hadisin arakasından verdikleri cevapta; ayetteki gibi söylemlerin arapçada geniş manada akrabalıkları belirtmek için kullanıldığını söylemektedirler. Eğer bu arapçada kullanılan bir söylem ise yukardaki hadiste peygamber niye "onlar eskiden öyle söylerlerdi" diyerek yahudilerden bahsediyor. Arapçada kullanılan bir üslüptan yahudilere ne, bu söylemi meryeme karşı kullananlar araplar değil ki yahudiler.

Şunu sormak zorundayız; acaba, peygamber de tıpkı kendisine gelip başından geçenleri anlatan o kişi gibi bu ayetteki yanlış söylemden o zaman mı haberdar oldu? Peygamberliğini ilan etmiş birisi böylesi bir eleştiri karşısında başka nasıl bir yol izleyebilirdi ki, "burada bir karışıklık olmuş Meryemleri karıştırmışım" deyip geri adım atamayacağına göre elbet bir açıklamada bulunacktı,geriye verebileceği tek bir cevap kalıyordu, bu ifadesini doğru söylenmiş bir söz gibi göstermek. 

Peygamber de yapabileceği bu tek şeyi yaptı ve "o zamanlar öyle derlerdi" diyerek olayı kimsenin tam olarak bilemeyeceği geçmişe bağlayıp üstünü örtüverdi.